Röportaj / Saadet ERCİYAS

Prof. Dr. Oğuz Adanır'ın "Bir Antikçağ Masalı - Tanrıçanın Gözdesi" adlı kitabı geçtiğimiz yıl DoğuBatı Yayınları'nca yayımlandı. "Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar" ise Ekim ayında, merkezini İzmir'e taşıyan Cem Yayınevi'nden çıktı.

Prof. Dr. Adanır'ın Romalılar'ın dünyayı kendi topraklarının sınırlarından ibaret bir yer olarak gördükleri bir tarihte, Efes'te geçen ve köle Saronya'nın öyküsünü anlattığı "Bir Antikçağ Masalı - Tanrıçanın Gözdesi" kitabını okumaya başladınız mı elinizden bırakamıyorsunuz.

"Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar" kitabı ise İzmir'in haber bilgi sitesi www.kentyasam.com'daki "Zihniyet" adlı köşesinde 2013 yılından bu yana yayınlanan yazılardan bir derleme. Küresel salgın nedeniyle buluşup yüz yüze görüşemediğimiz Prof. Dr. Adanır'la internet aracılığıyla söyleştik, kitaplarını, yeni projelerini konuştuk.

Son iki kitabınız birbirinden farklı türlerde kaleme alınmış eserler. Okurlarınızın kurgusal ve kuramsal eserlerinize yaklaşımı ilgisi nasıl?

"Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi" aslında kuramsal birikimim çerçevesinde tasarlayıp yaşama geçirdiğim bir çalışma. "Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar" adlı çalışmam bir bakıma Kent-Yaşam sayesinde gerçekleşti. Orada yayınlanan çoğu makale ya da köşe yazısı niteliğindeki yazılar arasından yapılmış bir seçki. Her iki çalışmam konusunda çok olumlu geri dönüşler oldu.

Yazılarınızda/kitabınızda, okura/topluma vermek istediğiniz ana mesaj nedir?

Son yayımlanan kitabımda özellikle düşünce yapımız ve demokrasi kavramıyla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorum. Böyle bir çalışma yapmamın temel nedeni toplumumuzun kendi düşünce yapısı konusunda çok az şey bilmesi ve yetersiz bir demokrasi kültürüne sahip olması. Kitabın verdiği ana mesaj en önemli toplumsal sorunumuzun sahip olduğumuz zihniyet/kültür olduğudur. Bu zihniyet/kültür aynı zamanda demokrasinin az çok doğru bir şekilde kavranmasını engelleyen çok önemli bir toplumsal özelliğimiz. Doğal olarak bunların yanı sıra verilmeye çalışılan birçok mesaj var. İnsanlar bu tür bir bakış açısıyla çok sık karşılaşmadıkları için bu sorunlar ya da konuları merak eden herkesi kitapla ilgilenmeye itiyor.

Üniversitede eğitim verdiğiniz öğrencilerde "kalıcı demokrasi" adına nasıl bir gelişme gözlemlediniz? Gençliğin demokrasi, kalıcılığı, demokrasinin getireceği güzellikler ve özgür yaşam konusunda yeterince bilgisi ve inancı var mı?

Bana göre sorunun kökeninde gençlerden çok ya da gençler kadar uzun bir süreden bu yana eksikliği hissedilen bir eğitim-öğretim sistemi, diğer bir deyişle sistemsizlik yatıyor. İnsanların zihinsel/düşünsel yapılarını belirleyen dört ya da beş temel oluşum ya da kurum vardır: Aile, okul, yakın çevre, iş yaşamı gibi... Bu kurum ya da oluşumlar sağlam temeller üstüne oturmuşsa gençlerin de sağlıklı bir demokrasi kültürü edinmelerinde önemli bir rol oynayabilirler. Günümüzde okulların, üniversitelerin bu konuda yeterince çaba harcadıkları söylenemez. Doğal olarak okul ya da üniversite dışında kalan kurum ya da oluşumlar da belli bir demokrasi kültürünün kazandırılmasına katkıda bulunabilir. Günümüz gençliği aile, yakın çevre ve belki de burada saymadığımız başka kurumlardan edindikleri demokrasi kültürünü üniversitede daha da geliştirmeyi umup düş kırıklığına uğrayabilirler. Aslında üniversiteye gelmeden önce metinler ve dersler aracılığıyla kuramsal düzeyde varlığından haberdar oldukları demokrasi kavramı ve kültürüyle uygulamada nadiren karşılaştıkları söylenebilir.

Modern temsili demokrasiler

Kitabınızda modern toplumlarda demokrasi anlayışının erozyona uğradığına dikkat çekiyorsunuz. Bu erozyon ne boyutta? Özellikle koronavirüs küresel salgını sürecinde modern demokrasiler nasıl bir sınav verdi?

Gelişmiş modern demokrasiler olarak bilinen İngiltere, Almanya, Fransa gibi toplumlarda son 50-60 yıldan bu yana sistemsel anlamda hiçbir radikal değişim yaşanmamıştır. ABD örneğinde olduğu gibi bu sistemler soyut bir iktidar-muhalefet ikilisi üstüne otururlar. Demokratik anlamda iktidar ve muhalefet arasında 1970’lerden bu yana herhangi bir zihniyet farkı kalmadığı için hangi parti iktidar olursa olsun, hangi parti muhalefete düşerse düşsün sistemde en ufak bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla modern temsili demokrasiler çok yıprandılar.

Koronavirüs olayı bana kalırsa bu toplumların özgürlük ve eşitlik kavramını ne ölçüde dejenere ya da deforme ettiklerini gösteriyor. Zira sınırsız özgürlük toplumları kaosa sürükler. Dolayısıyla bu toplumlar çok ciddi bir bulaşıcı hastalık olan koronavirüs konusunda son derece sorumsuzca, şımarık çocuklar gibi davranmışlardır. Hiç kimse bir başkasının yaşamını tehlikeye atma özgürlüğüne sahip olamaz. Bu ahlaksızca bir davranış, bir suç sayılabilir.

Kitabınızda bizim toplumumuzu anlatan yazarların eserlerinden, bu ülkede yaşamın tanığı yabancıların kaleme aldığı, topluma ayna tutan eserlerden örnekler veriyorsunuz. Bizim gibi gelenekçi yanı ağır basan toplumlarda kendi insanına ayna tutmak çok mu zordur?

Yabancı, tarafsız ya da az çok tarafsız bir göz hemen her zaman doğruları daha iyi görüp, saptayabilir. Gündelik yaşamda insan, içinde yaşadığı ortamda nasıl davrandığını genellikle sorgulamaz ya da bunu sorgulayacak vakti olmaz. Oysa içine karışıp, az çok tanıdığı toplumu, kültürü gözlemlemekten başka bir amacı olmayan yabancı olan biteni daha soğukkanlı, görece nesnel bir biçimde betimleyebilir. Yerli bir gözlemci ya da yazar da kendi toplumunu iyice tanıdıktan sonra ona yabancılaşmayı başarabilirse doğru gözlemler yapabilir. Bana kalırsa sağduyulu, bilinçli insanlar kendi davranış ve düşünceleriyle ilgili doğru gözlemler ya da saptamalarla karşılaştıklarında başlangıçta bunu yadsımaya çalışsalar bile zamanla kabul ediyorlar.

Sosyal medya toplumu yönlendirmede ve "algı yönetiminde" çok etkili. Siz sosyal medya ve modern demokrasi arasında nasıl bir ilişki kurarsınız?

Benim görebildiğim kadarıyla demokrasinin tüm kurum, kuruluş, ilke ve kurallarıyla birlikte yaşama geçirilemediği ya da savsaklandığı toplumlarda sosyal medya, “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” örneği günlük yaşamla ilgili kimi sorunların gündeme getirilmesinde ve tartışılmasında belli bir işleve sahip. Ancak demokratik gelişme ya da gelişmeler konusunda sonuç almaya yönelik bir güce sahip olduğunu, en azından şimdilik, düşünmüyorum.

Kurmaca kitap yazarken nasıl bir süreç yaşanır? Antikçağ Masalı nasıl bir süreçte ortaya çıktı?

Antikçağ Masalı benim ilk öykü denemem. İlk başta bu türden bir öykü yazıp yazamayacağımı sorguladım. Bu yıllar sürdü. Daha sonra yeterli bir bilgi birikimine sahip olduğumdan emin olmakla birlikte anlatıp anlatamayacağım konusunda tereddüt ettim. Daha sonra uygulamaya geçtim. Yazdıklarımı beğenmeseydim okuyucuya hiç sunmazdım. Benim dışımdaki ilk okuyucum eşimdir. Yazarken beni hep desteklemiştir. Anlatma konusunda çok fazla zorlanmamamı, sinemayı ve okumayı çok sevmeme bağlıyorum. Önemli olan anlatacak bir şeyiniz olması ve bunu en doğru şekilde aktarma yöntemini keşfetmektir.

Son zamanlarda İzmir'in antik çağ dönemine ilişkin çok sayıda eserin kaleme alındığı gözleniyor. Antik çağ, okurların ilgisini daha mı fazla çekiyor?

Diğer öyküleri bilmiyorum, ama benim amacım “armağan kuramının” betimlediği ilkel dünyayla ilgili masal tadında bir öykü anlatmaktı. Yaşanan olaylar çok tanrılı dönemden tek tanrılı bir döneme geçişin başlangıcında yer alıyor. Çünkü armağan kültürü genellikle bu tarihten itibaren yadsınmaya ve unutturulmaya çalışılıyor. Öyküyü bu tarihe yerleştirerek Armağan kültürünün özelliklerinden yararlanmak daha kolay olduğu için bu dönemi seçtim. Bu arada Antik Efes Kenti yaşamım boyunca beni en çok etkileyen tarihi mekanlardan biridir. Başka bir yer seçmek aklımın ucundan bile geçmezdi.

Koronavirüs küresel salgını sürecini nasıl geçiriyorsunuz?

Küresel salgın sırasında daha çok üretme olanağına sahip olduğumu düşünüyorum. Daha az üretsem de olağan koşulları tercih ederim. Her şeye rağmen bu süreç insanı tedirgin ediyor. Önerilen önlemleri alıyor ve uyarılara uyuyoruz. Bu arada bol bol okuyabiliyor, film izleyebiliyor, makale, bildiri üretiyor ve kitap çevirip, yazabiliyoruz. Bu yüzden zaman çok hızlı geçiyor. Her günün sonunda ertesi güne yapılması gereken bir sürü iş kalıyor. Birkaç hafta önce Sinemasal’ın yeni sayısında yayınlanmak üzere melodram üstüne yazdığım antropolojik/sosyolojik ağırlıklı bir makale gönderdim. Şu sıralar bir yandan Baudrillard’ın “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” başlıklı metnini yeni baştan gözden geçirmenin yanı sıra olası bir yeni öykü için malzeme arıyorum. Orta Çağ, Antik Çağ'da geçecek gibi görünüyor. Bakalım, henüz somut hiçbir şey yok.