Hazırlayan / Pınar SÖZER/ Tarihçi / Yazar

XVIII. yüzyılda sadece İzmir’de, şiddeti farklı boyutlarda olmak üzere, toplam 54 yıl veba ile geçmiş ve bu süre içinde birçok insan hayatını kaybetmiştir. XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar büyük çaplı ölümlere yol açan veba, sağlık alanındaki gelişmelere paralel olarak ortadan kalkarken, bu defa yerini koleraya bırakmıştı. İzmir‘de ilk kez yaşanan 1831 kolera salgınından sonra yıllar içinde bu salgınlar ara ara devam etmiş, özellikle 1865 yılındaki salgın 3 ay süre ile çok ağır geçmişti. Bütün Anadolu’yu etkilemiş olan kolera, İstanbul’da günlük ölüm ortalamasını bine yükseltmişti. Aynı yıl İzmir Hükümet Konağı’nın yeniden inşa edilmesi ve o bölgenin düzenlenmesi gündeme gelmiş, yeni imar ve inşa faaliyeti için yeterince mali kaynak bulunamamış olduğundan karantinahane ve Cezayir Hanı bütün bu inşaatın yapılmasına karşılık olarak satışa çıkarılmıştı. Bu faaliyet sürerken göreve gelen Karantina Müdürü Enver Bey, harap durumdaki İzmir Karantinahanesi’nin Liman İdaresiyle birlikte taşınacakları yeni binanın, inşa edileceği en uygun yer olarak Klazomen yani Urla’yı seçmişti. Fransızlara yaptırılan ve inşaatı 1865 ile 1869 yılları arasında sürdüğü bilinen tahaffuzhane ile ilgili olarak;

13 Ağustos 1884 tarihli Stamboul Gazetesi şöyle bir tasvir yapmaktaydı;

“Bundan yaklaşık 15 sene önce Yüksek Sağlık Kurulu’nun direktifleri üzerine karantina, kentten Klizman’a nakledildiği zaman, burada karantinacılar için lojmanlar ve eşyalar için 5-6 depo inşa edilerek su getirildi. Yolcular için yapılmış lojmanlara gelince, cümle alem bunların tam bir çıplaklık içinde olduğunu biliyor. Bina yalnızca dört duvardan ibaret; yatak, masa, sandalye gibi şeyler yok. Eğer istenecek olursa, bir girişimci, kendi saptadığı tarifesiz, kontrolsüz bir fiyat karşılığında bunları sağlayabiliyor. Yemek için herhangi bir lokanta yok. Herkes kendi başının çaresine bakıyor. Ama en kötüsü burada kalanların gerek İzmir’le, gerekse yabancı ülkelerle telgraf bağlantısı yok. Her ne kadar İzmir’le Urla arasında telgraf servisi varsa da, telgrafların mutlaka Türkçe yazılması gerekli ve bu ise tesisi işe yaramaz hale getiriyor. Geçen yıl Fransızca da konmuşken, bu sene her nedense kaldırılmış. Ayrıca, doğrudan Klizman’a bir telgraf tesisi gerekli ki doktorlar olayları anında bildirebilsin. Öte yandan tesiste bir iskele var ama eşyaları kaldırabilecek bir vinç mevcut değil. Klizman Karantinahanesi’nin çevreden izole edilmesi durumu da yeterli değil. Burası Urla İskelesi’nden yalnızca iki mil mesafede ve yiyeceklerin tümü de oradan sağlanıyor”

Karantina adası

M.Ö. 4 yüzyılda ilk kez Büyük İskender tarafından yapılmış olmakla birlikte, antik yerleşim yerinin bulunduğu 320 dönümlük ada, o yıllarda bir kez daha taş dolgu yol ile Urla’ya bağlandı. Arapça “korunma” anlamına gelen Tahaffuzhane’nin yapımıyla “Karantina Adası” olarak adlandırılacaktı. İnşaatın devam ettiği 1866’da Uluslararası Sağlık Kongresi toplandı. Çünkü salgın yalnızca Osmanlı’nın değil Tüm Avrupa’nın en büyük sorunuydu. Veba ve kolera salgını nedeniyle 1851’de toplanan Paris Konferansı’nda standart 40 gün olan karantina süresinin 18-30 güne indirilmesi uygun görülürken İstanbul’da sürenin 10 güne indirilmesine karar verilmişti. Osmanlı’nın hem ekonomik hem de siyasi anlamda dağılma süreci yaşadığı bu yıllarda uluslararası sağlık organizasyonlarında bulunması ve dönemin sağlık teknolojisini aynı anda ülkeye getirmeye çalışması da ayrıca konunun önemini göstermekteydi.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Sadaret Mektubi Mühimme Kalemi Evrakı’nda yer alan 06.03.1873 tarihli yazışma “İzmir’de Klazomenai Adası’nda yapımına başlanan tahaffuzhane inşaatının bitirilmemiş olmasından dolayı, karantina işlemlerinin yürütülebilmesi için yanına birkaç adet baraka inşa olunması ve masrafların hazine tarafından karşılanmasının istendiğinden bahsediyordu. 1871 ve 1872 yıllarında salgın devam ederken inşaatın da bu tarihte hala devam ettiğini görmekteyiz.

1890 kolera salgınının endişesiyle II. Abdülhamit, Geneste ve Herscher Fabrikası’ndan Avrupa’da geliştirilen yeni teknoloji, iki adet küçük etüv makinası getirtmişti. Salgınlara tedbir olarak bulaşıcı hastalıklara yakalanan kişilerin eşya ve giysilerini 110 derece basınçlı su buharıyla dezenfekte etmeye yarayan etüv kazanı belirli bir sıcaklığı devamlı olarak muhafaza etmek suretiyle kurutma, su kaybettirme işlerinde kullanılan kapalı bir cihazdı. Her yeni teknoloji gibi bu etüv makineleri ve montajı da çok pahalıydı. Biri İstanbul Kavak Tahaffuzhanesi’ne, diğeri de Klazomen Tahaffuzhanesi’ne gönderildiğinde yıl, 1891’di. Başka bir deyişle dünyada karantina uygulamalarında modern teknolojinin kullanılmaya başlandığı ilk yerlerden biri İzmir idi.

Filikalarla getiriliyorlardı

Osmanlı topraklarında deniz yoluyla gelenler tahaffuzhanenin 1 mil açığında demirliyor, eşyalar ve insanlar filikalarla adaya getiriliyordu. Gemilerden gelen eşyalar rıhtımdaki raylı sistemle etüv kazanlarına girmek için binanın içine taşınıyordu. Gemilerin içi de yetkililer tarafından ilaçlanıyordu. Yolculardan hasta olanlar koğuşlara alınarak tedavileri başlıyor, sağlıklı olanlar tahaffuzhanedeki duşlarda temizlendikten sonra doktor kontrolüne alınıyordu. Kişilerin kıyafetleri, isimleri yazılı ya da numaralandırılmış şekilde filelere konularak steril ediliyordu. Bir süre sonra narin kıyafetlerin yıpranması nedeniyle gelen şikâyetler artınca, ipekli kumaşlar için ayrı bir kazan ayrılarak bitki özlerinden yapılan bir solüsyon kullanılıp kumaşın zarar görmesini engelleyen bir uygulama başlatıldı.

Bütün önlemlere ve iyi niyetli çabalara rağmen salgının önüne geçilemediği 1892 yılında İzmir’e gelen seyyah Hans Barth’ın gözlemlerinden anlaşılıyordu. Barth seyahatnamesine: “İzmir’de karantina binaları yetmediğinden olsa gerek, gemilerin karantina mekânı olarak kullanılması sık rastlanılan bir durumdur. Limanda demirli iki Osmanlı gemisi karantina görevi görüyor” diye yazmıştı.

İzmir’in geçmişindeki kolera salgınları halkı çok tedirgin etti. Nerede bir ateş, ishal, kusma vakası duyulsa halk hemen yeni bir kolera salgını var diye paniğe kapılıyor, şehir dedikoduları başlıyordu. Bu hassasiyeti fark eden Osmanlı Devleti 1893 salgınında yayılmadan kontrol altına alırız düşüncesiyle durumu gizli tutmaya karar verdi. Çünkü işin bir de ekonomik boyutu vardı. Hem diğer Osmanlı limanları hem de yabancı ülkeler ile olan ticari ilişkilerde salgın ve salgına karşı uygulanan tıbbi önlemler nedeniyle İzmir Limanı’ndaki ticari faaliyetler ciddi zarar görmüştü. Zira İzmir’den çıkan tüm ticari gemiler karantina uygulamasına tabi tutulmuş, yüklerin Klazomen bölgesinde boşalttırılması nedeniyle navlun bedelleri yükselmiş, ticari kargoların sayısı azalmış ve boşaltma masrafları artmıştı. Sonuç tüm iş hayatının çökmesi, çalışan sınıfların yoğun işsizliği, tüm gemicilik faaliyetlerinin azalması olmuştu.

Hizmet Gazetesi, 26 Temmuz 1893 tarihli sayısında, 'İzmir’de illet-i sâriye olduğuna dair bazı menfaatçiler tarafından bir söylenti ortaya atılmışsa da bu yöndeki söylentiler doğru değildir' diye beyanat veriyordu. 14 Ağustos’ta Tercüman-ı Hakikat Gazetesi de; !İzmir gibi 300 bine yakın nüfusu olan bir şehirde bir aydan beri kolera hastalığı olsaydı, telefatın bu derecede kalması mümkün olmazdı, İzmir'de gayet hafif bir ishal hastalığı vardır' diye yazıyordu. Yerel ve ulusal basında İzmir’deki hastalığın kolera olmadığı başından itibaren yalanlanmış, mevsim hastalığından dolayı birkaç vukuatın yaşandığı dile getirilmişti. İzmir ve İstanbul basını, Aydın Valisi’nin ağzından hastalığın kesinlikle kolera olmadığını yazdıkları sırada, Yunan Hükümeti İzmir’den gelen gemileri 11 gün karantinada tutuyor, yabancı yolcu gemileri İzmir’den yolcu almıyordu. Birçok Avrupa gazetesi İzmir’de büyük salgın olduğu haberlerini yayınlıyordu.

Devletin tüm gizlemesine rağmen İzmirliler işin aslını anlamak için uğraşıyordu. 25 Haziran’da Marsilya’dan gelen İngiliz vapurunda kolera olduğu anlaşılan 2 kişinin Klazomen’de tedavi olurken, şehirden tahaffuzhaneye gidip gelenler aracılığıyla mikrobun yayıldığını söyleyenler vardı. Bazıları da salgının faturasını hacılara çıkarıyordu. Çünkü kutsal topraklardan hacıları taşıyan gemilerin kontrolleri Klazomen'de yapılırdı. 8 Ağustos’ta 900 hacıyı taşıyan Nimet-i Hüda ile 850 hacıyı taşıyan Sekudeli vapuru Klazomen’de sağlık kontrolüne alınmıştı. Karantinalar Genel Müfettişi Koçoni Efendi her ikisinin de salgınla bir ilgisinin olmadığını kanıtlarıyla açıklasa da, en azından artık salgının varlığı devlet tarafından kabul edilmiş oluyordu.

XIX. yüzyılda Osmanlı’ya hizmet veren en büyük tahaffuzhaneler Beyrut, Basra, Trablusgarp, Klazomen, Sinop ve Kavak iken, Klazomen’i 1923 yılından itibaren önemli bir tarihi görev daha bekliyordu. Yunanistan’dan gelen mübadillerin Anadolu’ya giriş yapacakları, sağlık kontrollerinden geçecekleri merkezlerden biri Urla idi. Büyük gemiler kıyıya yanaşamayıp açıkta demirliyor, yolcular motorla Tahaffuzhaneye taşınıyordu. 23 Temmuz tarihli bir dilekçe, Kesire ve Kozana’dan gelen geminin 2500 kişilik yolcuyla açıkta bekletildiğini, Klazomen Tahaffuzhanesi’nin yolcuları aldırtmadığından Temmuz sıcağında insanların hayvanlarla birlikte telef olduğundan şikâyet ediyordu. Tahaffuzhaneden resmi açıklama ancak 29 Temmuz’da gelmiş, yolcuları aldırmak için tek motorumuz var, o da şimdi başka görevde olduğu için bekletiyoruz denilmişti. Asıl sorun bunlar da değildi. Hastalık görülen mübadillerin Tahaffuzhanede alıkonulduğu halde, aileleri iskân bölgelerine gönderiliyor, iyileşen aile ferdi çoğu zaman maddi imkânsızlıklar ve iletişimsizlik nedeniyle bir daha ailesinin yerleştirildiği yeri bulamıyordu.

Hep acı haberlerle de anılmadı elbette tahaffuzhanenin adı. Hanya’dan gelen Giritli Mübadiller, 1027 kişi bindikleri vapurdan 3 Aralık 1923'de 1028 kişi indiler. Ahenk Gazetesi olayı, “Yolda bir müjde-i halas tevellüd eylemiştir” şeklinde duyurdu. Karşı kıyılardan bizim topraklara gözünü açan bu bebeğin adı Kemal Kural’dı. 95 yaşına kadar tahaffuzhanenin belki de en müjdeli hatırası olarak yaşadı. Kışın Kahramanlar’da, yazın Urla’da geçen hayatı iki yıl önce son buldu.

Her yıl 3 Aralık günü İzmir Giritlileri, Klazomen Adası’ndan denize çiçek bırakarak atalarını anıyorlar. Bu anma törenlerine bir gün siz de katılın, çünkü burası dünyada teknik donanımıyla ayakta kalan tek ada tahaffuzhanesi, acı ve mutlulukların harmanlandığı İzmir’in özel bir yeridir.

Kaynakça:

Kemal Arı, İzmir’den Bakışla Türk Ticareti Bahriyesi ve Mübadele Gemileri

Metin Menekşe, İzmir’de Kolera Salgını ve Etkileri 1893

Nuran Yıldırım, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları

Pelin Böke, İzmir Karantina Teşkilatının Kuruluşu ve Faaliyetleri 1840-1900

Rauf Beyru,19.yy’da İzmir’de Sağlık Sorunları ve Yaşam