Onların ne köşkleri oldu ne de “şık şıkıdım” elbiseleri... Onlar belki “Frenk Caddesi’nde” dolaşamadı vitrinlere bakarak. Onlar belki Kordon’da Sporting Club terasında “dostlarının” İzmir’i bombalamasını, beş çayı aperatifi gibi izleyemedi. Onlar işgalciye şak şak yapıp “Kemal’in askerleri” gelirken de “Kemalci” olmadı. Onlar Yunan işgal edince, canını kurtarmak için kaçamadı, gidemedi.

Önce teşekkür ediyorum kalbimden. İlk yazım yayımlandığında, inanın bu kadar yoğun ilgi beklemiyordum. Şaşırttınız, onurlandırdınız beni.

Ama o benim için kutsal ilginiz, bazı soruları da sordurdu beynime.

Beğenenler, takdir edenler, mesaj yazanlar, telefon edenler o kadar farklı taraflardandı ki… Benim yıllardır tarafım belli. Kalpaklıyım ben, Kuvvacıyım. Düşünce özgürlüğünü dibine kadar savunurum. Ama kibirden ve o lanet olası süper egodan iğrenirim. Kendini “vazgeçilmez” sayanların nerelere gittiklerini de çok iyi biliyorum.

Peki birbirinden farklı siyasal taraflar, ne oldu da “aynı satırlar” için aynı “tepkiyi” gösterdi?

Demek oluyormuş…

Demek sadece “insani” ve “şükrani” düşünüldüğünde, “ortak nokta” çokmuş. Toprağımız, tarihimiz, bayrağımız, ezanımız aynı ama nedense “yaşarken” ayrı düşüyoruz!

Kabul edemiyorum bunu… “Şeytanilik” sarmış sanki her bir yerimizi.

Ekonomimiz bizim için yeniden “milli fukaralığın” çanlarını çalıyor.

“Birileri yerken” diğerleri “bakıyor” ve emin olun “kıyamet” belki de yakın. Ne “yiyenler” yiyemeyenleri dinliyor, ne de yiyemeyenler “yiyenlere” derdini anlatabiliyor.

“Büyük milletiz” diyorlar ya?

Öyle tabii, aksini düşünmüyorum “büyük” ve “fukara” millet!

O milletin bir ferdi olarak yazıyorum şimdi, tekrara düşersem af ola.

Ne dönerim yolumdan ne de satarım kimliğimi...

Hep söylediğim ve inandığım gibi:

“Dünden bugüne Anadolu’da ne varsa bizimdir…”

Gerisi boş ve teferruat.

Bugün bir de tarihen “Dünya Barış Günü.”

Pardon?

Ne barışı?

Filler tepişmiş, çimenler ezilmiş, atom bombaları atılmış, dünyanın milyonlarca masum evladı katledilmiş, sonra biri birine bomba atmış, diğeri teslim olmuş ve barış!

Peki bedel?

Peki o barışa giden yolda “zenginliğine zenginlik” katanlar?

Barış olmuş da savaşlar mı bitmiş, fukaralık mı son bulmuş, yaşam mı rahatlamış?

Bırakın Allah aşkına “barış günü” kelamlarını.

Emperyalizm doymaz, kibirli bir canavardır. O canavarın besini de “insan kanıdır!” Emperyalizm bitti mi ki “barış” olsun?

1945’ten bugüne “kadim barış” yaşadı mı dünya?

BM’nin 5’li çetesine ne diyeceğiz?

Ya “fukaralık”?

Alın size İzmir’in asırlardır değişmeyen “milli fukaralığı!”

Hem de “maneviyat” süsü verilmiş “milli fukaralık”, hatta hem “milli” hem de

“geleneksel” fukaralık.

Doğduğum, büyüdüğüm İzmir’in “tescilli” fukara mahalleleri.

“Birileri” çağırıyor “birileri” geliyor ve konuşuyorlar...

Hiç gitmedikleri, kıyıdan yukarı bakınca gördükleri ya da “önceden hazırlayıp” gitmiş gibi yaptıkları yerleri konuşuyorlar.

Aralarında, “oralarda” doğmuş olan varsa da “doyduğu” yere biadından belki de, kelle-i kübradan “efendilere” hoş gelecek kelamlar” eylemek muradı var sadece. Uzun uzun “tarihi analizler” ya da yılları vererek bugünle kıyaslamalar değil derdim.

Sekiz bin küsur yıllık yerleşim merkezi İzmir’de “bir taraf” asırlardır “yerken” nasıl oluyor da hâlâ “diğer taraf” ısrarla “yemiyor”. Hem yemiyor hem de “sadece şükrediyor” ve sonunda bir şekilde rahmet-i rahmana “cennet” umuduyla “göçüyor”, ölüyor yani?

Fena takıldım buna ben.

Yine soracağım ve bu kez önümde fotoğraflar var.

Her birine uzun uzun baktım, hissettim. Kendimi koydum o fotoğraflardaki yerlerin bir taraflarına. Çocukluğum geldi aklıma, yağan yağmurlar, kömür kokuları, akan damlar, pencerelerden giren rüzgârın korkutucu senfonileri, karanlık sokaklar, sarı ışıklı yetersiz ampullerin aydınlatmaya çalıştığı odalar, tarhana kokuları.

Başka neler geldi, geliyor aklıma?

Hiç kimse “tartışmıyor ki” babası, dedesi, annesi, ninesi neden fukaraymış, neden hastalıktan ölmüş, neden hayallere yasak varmış da en küçük dertte kurban kendileri oluyormuş?

Neden yıllar değişmiş ama “oraların” kaderi değişmemiş? İzmir’in neden “yiyenleri” ve “yiyemeyenleri” sadece “depremde” birleşmiş?

Fotoğraflara bakınca aslında konuşuyorlar, biliyor musunuz?

Fukaralığın, hastalığın, savaşın ve saldırıların hedefinde yaşayan ve artık kabirleri bile nerede bilmediğimiz eski hemşehrilerimiz...

İzmir'in “padişah imtiyazlı” kitlelerinin, Kordon’da ya da Bornova veya Buca’da hatta Karşıyaka’daki köşk bahçelerinde verdikleri “şık şıkıdım” ziyafet fotoğraflarıyla anlatmaya çalışıyoruz İzmir’i...

Ne Damlacık ne Aziziye ne Faikpaşa ne Çorakkapı ne Ballıkuyu ne Yağhaneler ne Çimentepe ne Eşrefpaşa ne Tilkilik ne Selvili Mescit ne Kako ne Anafartlar ne de Arap Fırını önemli!

Orada sadece “bizimkiler” yaşadı.

Adını yazabildiğim muhit ve çevrelerde sadece “Gariban Müslümanlar” yaşamıyordu onlarca yıl önce. Gariban Rumlar, Museviler, Ermeniler de yaşıyordu.

Zaten “gariban” olanlar hep “bir aradaydı” bir vakte kadar... Zira “fukaralığın” milleti olmaz.

Son iki asırdır tek gerçek var değişmeyen, reva görülen fukaralık.

Öylesine fukaralık ki, hem yaşam hem doyum anlamında. Sığınılan sadece “kader.” Doğan doğardı, yaşayabilirse yaşardı, hastaysa ölürdü, büyürse ya evlenir ya askere alınırdı. Asker olanlar da ya şehit olurdu ya da dönebilirse döner, yaşayabildiğince yaşardı.

Özellikle Kadifekale yamaçlarına takılıyorum. Neler gördü oralar neler?

Ne muhacirler ne göçmenler, sonra Kürtler şimdilerde hem tarikat baskısı hem Suriye’den “göçenler”...

Fotoğrafların biri de yolunuz düşerse APİKAM’ın dış duvarında, eski itfaiye çıkışlarından birinde duruyor. Bu fotoğrafla birlikte, Sayın Yaşar Ürük’ün de verdiği bir fotoğrafa dakikalarca baktım.

Kim çekmiş bu fotoğrafları, ne zaman çekmiş, tam olarak neresi Kadifekale’nin buralar emin değilim, önemli de değil. Zaman sanırım 1800-1900'ler. Ama büyüteçle bakınca yüzlere, o yolda yürüyen entarili, başı fesli erkek çocuğu, o eski evin önündeki ihtiyar, çarşaflı kadınlar sanki dile geldi. Bizlerin bilmediği “başka türlü” bir “fukaralık” bu.

Acaba fotoğraftakiler, o yıllarda İzmir’in “aşağısını” ne kadar biliyordu?

Çoğu olan biteni “günah, çarpılırsın” diyenler yüzünden merak bile etmiyorlardı belki. Ya hastalık, yaşlılık, doğumlar?

Bu fotoğrafların çekildiği yıllarda İzmir’in “başka yurttaşlarının” kendilerine özgü hastaneleri, bakımevleri vardı.

Ya “bizimkiler”? O Konak’taki bizim “Devlet Hastanesi” diye bildiğimiz “Gurebai Müslimin” Hastanesi 1851’de hizmete girmiş yahu.

Doçent Başak Ocak’ın aynı adlı eserini okumadıysanız, okuyun.

Okuyun da o hastanenin nasıl “mucize” bir yer olduğunu anlayın.

Tanıdığı olan “ecnebi hastanelere” gidiyormuş da tabii o hastaneler kabul ederse...

Ya tanıdığı olmayanlar?

Biliyor musunuz? O yıllarda bir “Halife Padişahımız” var… Valimiz Müslüman… Ordumuzun komutanları Müslüman.

Ama Müslüman halkın bir hastanesi bile yok.

Sonra akıllara gelmiş “garipler” ki, “kimsesiz, çaresiz, fukara” anlamına da gelir, hastane yapmışlar. Hep merak ederim, hastalıklar o yıllarda Müslümanları sarmıyor muydu, yoksa Müslümanlar için “hastalık” ölüm anlamına mı geliyordu sadece?

Çünkü Gureba Hastanesi yapıldığında, İzmir’de çok ünlü Rum, Ermeni, Felemenk Hastaneleri var, Fransız Hastanesi var. Ama “devlet” Türk ve Müslümanların öyle mi?

Önümüzde 9 Eylül var.

Kutlamalar, bayraklar, coşkular, büyük laflar! İyi de işgal ve kurtuluşta İzmir’in “asri ve milli” fukaralığı ne olmuş?

Vallahi bir şey olmamış... Fukaralar da bayrak asmış, alkış tutmuş!

İşgal günleri peki?

O fotoğraflardaki fukara evlere giren işgalciler “Gidin buradan, göçmenler gelecek” bile demiş. Genç kızlar tecavüze uğramış. Yaşlılar “zevk” için öldürülmüş. Ya “yukarıdan” çıkan “kahramanlar”?

Neredeler, kimler, şimdi nerede, hangi kabristanda yatıyor? “Hacı Ali Efendi” kim? “Eşref Paşa” sadece semt mi?

Bilenlerin değil, “bilmiş ukalaların” revaçta olduğu İzmir’de, gerçeklere saygı duyulacağı gün gelir mi bilmiyorum. Bildiğimse ne yazık ki 200 yıldır fukaralığın “millileştirildiği” yerlerin sırları yavaş yavaş ses vermeye başladı.

Tabii duyana bu sesler.

Fotoğraflara iyi bakın.

Özellikle de “insanlı” fotoğraflara. Yüzlere odaklanın.

O minnacık fesli, entarili çocuğa bakın. O kapı önünde oturan ihtiyara bakın. Yolların haline, evlerin durumlarına bakın.

İşte görecekleriniz, atalarımız!

Onların ne köşkleri oldu ne de “şık şıkıdım” elbiseleri... Onlar belki “Frenk Caddesi’nde” dolaşamadı vitrinlere bakarak. Onlar belki Kordon’da Sporting Club terasında “dostlarının” İzmir’i bombalamasını, beş çayı aperatifi gibi izleyemedi. Onlar işgalciye şak şak yapıp “Kemal’in askerleri” gelirken de “Kemalci” olmadı. Onlar Yunan işgal edince, canını kurtarmak için kaçamadı, gidemedi.

Onlar işgalcinin palikaryalarının dehşetini yaşadı, evinden ve canından oldu belki. Oralar, tepelerinde ay yıldızlı al bayrak yeniden dalgalandığında pek bir umutlandı belki, ama sonra aylar geçti yıllar geçti, “gerçek” değişmedi.

Kale “kadifeyken” birden oldu “fukara kale”... Hâlâ da öyle…

Oturanlar değişse de yıllar içinde, Kadifekale’ye başka şeyler de dense, aslolan “fukaralık!”

Ve yıl ha 1800 ha 2020, sorarım size “gerçekten” değişen ne?

Ve gerçekten “bir şeyler” değişecek mi “yarın”?

Size gelecek yazılarda bir de bir “su” öyküsü anlatayım. İzmir’in fukaralarına bir türlü verilemeyen suyun öyküsünü. Bunlar yazılmıştır tabii. Ama ben sizi daha kolay düşündürmek için yorumlayarak yazacağım.

9 Eylül’de de gazetemiz “9Eylül” çok özel bir dergi yayımlayacak. Oraya da “özel” bir yazı hazırlıyorum. Bazı bilgileri belki ilk kez okuyacaksınız. Zaten öyle büyük iddialarım yok, usta araştırmacıların haklarını vererek, uzun yıllar emekleriyle hazırladıkları ama sizin bilginizden kaçan eserlerinden bahsedeceğim.

Lakin emin olun, İzmir inanılmaz çok bilinmeyenli bir tarihe sahip…

Bu nedense hep böyle olmuş!