“İdeolojiler öldü” diye başladılar, “Tarihin ve insanlığın sonu” diye sürdürdüler. Emperyalizm, en önemlisi payandası olan Liberalizmin bu “tarihsel” çıkışına dört elle sarıldı. Karşıtı olan dünya görüşlerinin itibarsızlaştırılması ve insanlığın gündeminden çıkarılması demek olan bu yaklaşımları, pompaladı, cilaladı, her türlü yöntemle pazarladı. Küreselleşme ya da “globalizm” algısı, insanlığın tek çıkışı olarak tezgâhlandı. Düşler, hayaller, öngörüler ancak bu tezgâha uygunluğu oranında değerli olabilirdi. Oysa bu ideolojinin ta kendisi ve en pespayesiydi

İç gıcıklayıcı, hayran olunası bir podyumdu. Hiçbir aidiyet yükümlülüğü, hak ve sorumluluk meselesi kalmamıştı. Ağzından dilinin, cebinden parasının, ruhundan insan olma erdemlerinin çalınması kimsenin umurunda değildi. Ancak neylersin ki, bunlar yetmezdi. Onlara oyalanacak bir şeyler vermek, yaşamlarını kristalize hale getirip, bir şeylerle uğraştıklarını sanmaları ve insan olmayı hak ettikleri kanısını yitirmemeleri gerekiyordu. Sorunlar birbirinden ayrılıp, “bağımsız” oyalanma ve sözüm ona “mücadele” alanına dönüştürüldü. İçten ve üretken ve kiminin parçası olduğumuz çabalara saygısızlık olmasın, lakin gettolaştırma politikası ürünlerini vermeye başladı. Yaşam kristalize hale getirildi. Mücadele alanları birbirinden uzaklaştırıldı. Hayvan hakları, kadın hakları, ekolojik haklar, cinsel haklar diye uzayıp giden bir liste içinde, belirlenen alanlarda yer bulanlar kendi “sosyetlerini” oluşturdu. Hiç kuşkusuz bu alanlarda, kimsenin yok sayamayacağı bilgi ve belge üretimi de yapılıyordu. İnsanlık onlardan elbette yararlanacaktı, yararlanacaktır. Ama bütün bunlar niye bir noktaya geldiğinde tıkanıyor, ötesine dair cümle kurulamıyor ve yaşamı bir bütün olarak görülemiyordu? Bu sorular sorulmaya başlandığında, sistem neden tedirgin oluyor, işine gelmediği zaman “marjinal” olarak damgalayıp, kitleler gözünde itibarsızlaştırmaya çalışıyordu? Mesela Gezi’ye çıkıp bu sorular dillendirmeye çalışıldığında, neden acımasızca bastırılıyordu? Bilim ve sanat sosyeteler içine sıkıştırılırken, buluşmalar “Sen, ben, bizim oğlan” ötesine geçmedikçe alkışlanırken, bu soruları sormaya niyetlendiklerinde neden başlarına gelmeyen kalmıyordu? “Sanatçıysan sanatını yap, ötesine karışma!”, “Bilim insanı mısın politikacı mı?” gibisinden yargı ve yaklaşımların altında yatan neydi? Kuşkusuz bu politika, birçok insanı ve grubu rahatlattı. Mesela şiirdeki imge ve sorununu tartışmak ve el ele şiir seansları düzenlemek, sorunsuz ve hayli konforluydu. Ama ve yine mesela, hayvan hakları sorunlarını çözmek için, o sorunların bizzat yaratıcısı olan sistemden medet umma, sunulan ihsan kırıntılarından mesut olma çelişkisini kimse anlayamıyor ve anlatamıyordu. Gettolaşma ya da kristalize alanlarda var olmanın soluğu, yaşama, sokağa ve insana açılan kapıya kadardı ve açıp “Neden?” diye sorup, müdahale etmeye yetmiyordu. Birbirini ödüllendirmek, sırt sıvazlamak ve konumu yitirmemek, artık en büyük başarıydı. “Harput’ta Bir Amerikalı” olmak harikaydı, riski, sigortası, kaskosu yoktu.

“İdeolojiler öldü!” çığlığı atanların bugünlerde sesi soluğu pek çıkmıyor. Çünkü onların yerine artık cehaletin, ilkelliğin, estetik ve düşünsel pespayeliğin rüzgârları esiyor. Emperyalizm, liberalizmden alacağını aldı. Kışkırttığı dinsel, etnik, şoven ideolojilerle paramparça ettiği bir dünya, şimdi çaresizliğin kıskacında ve adına savaş dediğimiz temizlik dayatmasıyla yüz yüze. Çünkü figürlerinin sömürülerini, demagojilerini, propagandalarını ve besledikleri katil sürülerini, yarattığı bu bataklık artık örtmüyor.

“Sevelim sevilelim / Bu dünya kimseye kalmaz” meltemleri artık sökmüyor. Şair elbet doğru söylüyor. Ama bizim kristalize edilemeyecek sorularımız var. Bu dünya kime ve nasıl kalacak? Biz onun için ne yapıyoruz ve ne yapmalıyız?” Yardım musluklarını kesmek ve yataklık yapmaktan vaz geçmek, bunun ilk adımı olabilir. Seçimlere bir de bu gözle bakabilir miyiz? Ne dediğimizin ve ne yaptığımızın farkında olabilir miyiz?