Bir mezrada yaşıyor olsaydık eğer; tuvaletimiz foseptiğe bağlanır, sinek yaşam ortağımız olurdu.
Bunun karşılığında bir bedel ödemezdik.
Evimizden tarlamıza merkeple gider, işi bir balya samanla kurtarırdık. Çamurlu yolda yürürken ,sobamızda henüz kurumamış çam odununu yaktığımızda ortalığı duman kaplarken, kızacağımız, öfkeleneceğimiz, hedefe oturtacağımız kimse olmazdı. Hastalandığımızda üfürükçüye gitmemiz kaçınılmazdı ki, nice muska para etmediğinde bize hastane yolu görünürdü. O da en yakın kasabada, kafa yarığına dikiş atacak alet edavatı bulunmayan bir sağlık ocağında şifa arayan bir bekleyişle sonlanırdı. Yine kimseye kızmak aklımıza gelmezdi.
Bir mezrada yaşıyor olsaydık eğer; bedeli olmayan kendine özgü bir mutluluğu ve onun temelinde yer alan konforsuzluğu içimize doyasıya sindirirdik. Ama şimdi mezrada değil, büyük bir kentte yaşıyoruz. Bu İzmir olsun, Aydın olsun, Manisa olsun, hiç farketmez. Adı büyük kent.
Ev atıkları foseptiğe değil, kanalizasyona akıyor, kentte merkep göremezsiniz, her taraf otobüs, tramvay. Bacalardan insana nefesi zor aldıran duman çıkmıyor, doğalgaz var. Muska yazdıracak üfürükçü bulamazsın, her taraf sağlık ocağı, klinik, hastane dolu. Eczaneden geçilmiyor.
Yollar asfalt, her gün evin çöpü alınıyor. Ama bedel ödüyoruz. Kentte yaşamanın bedeli var çünkü.
Yüksek kira, yüksek reklam vergisi, otopark parası, bir balya samanla geçiştirilemeyecek ulaşım bedeli, güvenlik sorunu, egzos, hastalık, gerginlik, stres, ilaç, pahalı meyve, pahalı sebze, pahalı yemek. Evet, kentte yaşamanın, kent büyüdükçe artan bir bedeli var.
Buna ne denir bilmem ama bunu ödemek zorunda kalıyoruz. Ve nedendir bilinmez; bu bedel, ağır geldiği için şikayet konumuz olsa bile, onu bertaraf edip bir mezraya kapak atmayı hayal bile etmiyoruz.
O bedeli sineye çekiyoruz.
Aslında o bedele ad koymak zor ama onun hatırlatılması adına o kadar çok kurum ve kuruluş çaba sarfediyor ki... Belediyeler, maliye, esnaf, tüccar, ev sahibi, ayakkabı boyacısı, meyhaneci, taksi şoförü, hastane... Şapkamızı önümüzü koyalım ve şu kent yaşamının artısı mı çok, eksisi mi; ona karar verelim.
Çünkü bu kararımızı merak edenler var...

***
Türkiye'nin en güvenilir isimleri

Geçtiğimiz aylarda böyle bir araştırma yapılmış. Türkiye'nin en güvenilir isimlerini bu araştırma vesilesiyle öğrenmiş olduk: Sırasıyla isimler şöyle: Uğur Dündar, Acun Ilıcalı, Hande Fırat, Cem Yılmaz, Ahmet Hakan, İsmail Küçükkaya, Kıvanç Tatlıtuğ, Fatih Terim, Orhan Gencebay, İlker Başbuğ, Nihat Hatipoğlu.
Liste devam ediyor. Araştırmacılar 30 isim belirlemişler.
Çoğu haberci, yani medya sektöründen. Önemli bölümü sanatçı. Asker var, futbol adamı var, din adamı var ama bir tek politikacı, bir tek hukukçu yok. 10-15 yıl önce sıralamada Uğur Dündar yine birinciydi ama hemen arkasından Seda Sayan geliyordu. O listede de bir tek politikacı yoktu. Ki, araştırma Bülent Ecevit'in hayatta olduğu yıl yapılmıştı. Bu tablo, Türkiye'nin aslında bir nevi röntgenidir. Listeye bak, ne olduğumuza karar ver.
...
Halk, antipolitik bir yaşamı tercih etmiş. Karar onun. Halk, her gün magazinle iç içe. İdollerini ekrana bakıp belirliyor. Tercih onun. Adam futbol adamı ama kafayı çekip restoran basıyor.
İki gün tepki, üçüncü gün yine baştacı.
...
Yabancı ülkelerde Türkoloji eğitimi görenlerin; ciltler dolusu kitap okuyacağına gelip bu listeye bakarak bir bilgiye ulaşmaları daha pratik diye düşünmek acaba fazla safdillik mi olur?

***
Medyumlardan medet ummak

Bazılarımız için gençliğimizin televizyon olayıydı: Medyum Memiş, "Allah yarattı" demeyip; canlı yayında Medyum Versus Keto'yu evire çevire bir güzel dövmüştü.
Tarih 10 Şubat 1994. Bir televizyon programında Medyum Memiş, "Geleceği görmekte en iyisinin kendisi olduğunu" söylerken, titrek yaradılışıyla bazen konuştuğu anlaşılmaşyan Medyum Versus Keto, "Ama bugün öyle değil" gibi bir densiz laf etmiş ve anında Memiş'ten tokadı, sonra yumruğu, akabinde tekmeyi yemişti.
Oysa o yıllar, ikisi de Türkiye'nin en çok iş yapan, en çok davet alan, en çok para kazanan, en çok güven yayan, en çok tiye alınan ve en çok şöhrete ulaşan iki ismiydi. Dönemin genelkurmay başkanından, yine dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Denktaş'a kadar pek çok ismi, bu medyumlara geleceklerini soruyor ve aldıkları bilgilere hemencicik ve sorgusuz sualsiz inanıyorlardı.
Sonra medyumkluğa ne olduğu bilinmez. Özal'ın bile medyumunun olduğu bilindiği o dönem kapanınca medyumlar, "pazarda limon satar" durumuna geldiler. Günümüze geldiğimizde, medyumluğun yıldızının yeniden parladığını görmek için kör olmak lazım.
Özellikle İzmir, bu sektöre marka isimler kazandırmış durumda. Ben, en çok, Karşıyaka'daki "Pasaklı Naciye"yi duymuştum, ki Pasaklı Naciye, kaybolan, çalınan eşyaların yerini söylüyor, öğrendim ki, başkaları var ve hepsi de tıkır tıkır çalışıyor.
Hizmet yelpazesi çok geniş bu medyumların: İzmir bağlama büyüsü, aşk canbar büyüsü, kısmet açma büyüsü, kısmet büyüsü, soğutma büyüsü, boşanma büyüsü, aile içi muhabbet vefkleri, dil bağlama büyüsü, aşık etme büyüsü, aşk vefkleri, şirinlik büyüsü, evlilik büyüsü...
Bunlar Semiha Aslan Hoca'nın hizmet menüsünde yer alıyor. Beğen beğen, yaptır.
Medyum Ali Gücenmez'in , Bedirhan Hoca'nın, Medyum Ali Noca'nın kendilerine özgü hizmet menüleri var. Medyum Ali Hoca, whatsapp'tan 7/24 hizmet veriyor. Medyum Armağan, geleceği "garanti" vererek söylüyor,
Kısacası medyumlar, doludizgin çalışıyor. Günü birlik randevu almak neredeyse imkansız. İnsanımızın, geleceğini merak etmesi, biraz da kaygılarından olsa gerek. İnsanımız, hayali dayatmalarla kendisine sunulan bir gelecekten pek umutvari görünmüyor.
Medyumlar, onlara daha inandırıcı geliyor. Medyum piyasasının canlılığının ilk ve temel nedeni bu.
Artık gazete sayfalarındaki basmakalıp fallar, kahve ve el falları demode.
Şimdi böyle bir piyasa canlılığı var. Kafalar karışık ama gerçek bu.

***

Arazide vasıf tartışması

Türkiye gündemini yaklaşık 20 yıldır gizliden gizliye işgal eden bir konu var: 2 B konusu.
Açılımı şu: Orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkarılmış, bir daha geri kazanılamayan ve islah edilemeyen arazi.
Devlet ile vatandaş arasında yıllardır süregelen kangren olmuş bir sorunun çözüme kavuşturulması amacıyla iyi niyetle üretilmiş bir çözüm. 6292 sayılı kanun uyarınca; Orman Kanunu'nun 2. maddesinin (b) fıkrası, bu çözüme açıklık getiriyor.
Ama sonra ne oluyor?
Tümüyle değil ama önemli ölçüde istismar edilen bir mecraya giriyor bu uygulama. Rantçılar, orman düşmanları, ellerine baltaları alıp ormanları tahrip ediyor, sonra etrafını çevirip söçüm ona 4-5 yaşında zeytin ağacı dikerek arazinin vasfını değiştirerek 2 B uygulamasından yararlanır duruma geliyor. Bu yüzden orman alanlarımız çoğalacağına azalıyor.
Orman, Milli Emlak, kadastro arasında yaşanan yetki kargaşası, bu açıkgözlerin işine yarıyor ve olan oluyor.
Kimse, böyle bir şeyin olmadığını iddia edemez. Kimse "Bizim masum bir şekilde çıkardığımız kanun, tıkır tıkır yürürlükte" diyemez. 2 B Yasası'nın hıfzında yer alan "vasıf" kavramı, tartışılır bir durumdadır. Araziyi, belli bir süre kullandığını va sahiplendiğini, iki şahitle kanıtlayanlar, yasanın inandırıcılığını adeta yok ediyorlar. Çevreciler, altın madenleri, kömür madenleri, HES'ler, deniz kirliliği gibi konuları, sorunları adeta parlatırken, karmaşık bir hale getirilen 2 B'leri pek önemsemiyorlar. Ülkede "Senin 2 B'en", "Benim 2 B'em" kavramları üretildi. Orman köylüsünü gözeten anlayışın yerini rantçıya "meydan senin" anlayışı aldı. Bu, kanunun çıkarılmasından değil, uygulamadaki boşluktan kaynaklanan bir zafiyet tablosudur.
Giderilmesi, devletin gerçekleri görmesi ile mümkündür.