Sokağa çıkacağım diye, insanın içi sıkılır mı? Gün geçtikçe, bu duyguya daha sık kapılıyorsun. Ses çıkarmaktan bu kadar korkan ve korkutulan bir coğrafyada, bu kadar gürültü anarşisi nasıl çıkıyor? Daha adımını atmadan, sokaklara ve caddelere sinmiş o vahşi gürültüyü düşünmek bile yetiyor içinin sıkılmasına. Hangi manyak dürtüdür örneğin, bu insanlara motosikletlerinin arabalarının egzozunu açtırıp, böğürmesinden zevk aldıran? Neden bağıra bağıra konuşur bu insanlar? Düşünürsün, cep telefonları ve kornaları olmadan önce ne yapıyorlardı? Kafanda bin sorun dalmış yürürken, kaç kere kalp krizi geçirecek oldun, yanında ve hiçbir neden olmaksızın korna çalan yaratıklar yüzünden. Birkaçına sormuştun, neden? Aldığın en anlamlı yanıt “Farkında değilim” olmuştu. Yüzüne bön bön bakıp, “Ne oldu ki?” diye afallayan hödük sayısı da az değildir, anımsa.
Karşıya geçeceksin. İnsan, yeşil ışık onun için yanmasına rağmen, elli kere sağa sola bakar mı? Bakmak zorundasın. Kırmızı ışıkta durmayan bir salağın çarpması yüzünden, gözünü hastanede açabilirsin çünkü ya da ölebilirsin. Cahil bir çocuğun altına verilen pizzacı motosikleti, tüpçünün ya da sucunun hayata karşı tüm hıncıyla sürdüğü kamyoneti, seni her şeyden bir anda koparabilir. Karşıya geçeceksin, bardaktan boşanırcasına bir yağmur ya da bayıltacak kadar sıcak. Bir araba yaklaşıyor son sürat, geçip gitmesini bekliyorsun. Geçip gitmiyor, sinyal vermeden dönüveriyor sağa ya da sola. Sen beklediğinle kalıyorsun. Çünkü andavallının, hayatı başkaları için kolaylaştırma derdi ve sorumluluk duygusu yok. Haydi hiçbir yere dönmedi diyelim. Olacak şey belli, su birikintisinden öyle hızla geçecek ki, çamurlu su içimde kalacaksın. Kaç kere kaldığın gibi.
Otobüste metroda vapurda, elli kişiden yirmi sekizi, dalından kopacak gibi duran kafalarını cep telefonlarına gömmüş, dünyadan kopup gitmiş. Geri kalanların en az on beş kişisi, cep telefonlarıyla konuşmakta. Kısa sürede kimin borcu var, kimin kimle davası var, cinsel hayatlarından husumetlerine kısa sürede bilgi sahibi oluyorsun. Haydi buna alıştın diyelim. Kaldırımda yürüyorsun. Önündekinin cep telefonu çalıyor, olabilir. Ama olmayacak şey şu ki, olduğu yerde zınk diye duruyor ve konuşmaya başlıyor. Oysa kenara çekilebilir, konuşması bittikten sonra, yürümesini sürdürebilir değil mi? Hayır yapamaz, yapamıyor. Algı kanallarına ne kaçmışsa, bunu düşünmüyor, düşünemiyor. Örneklerin sonu gelmez, bu kadarıyla yetinelim.
Bir kentte, bir arada yaşamanın asgari müştereklerini bile yerine getirememenin gerekçesi ne olabilir?
Kimi görüşler, demokrasi kavramını kentleşmeye bağlar. Bir arada yaşamanın koşullarına dair bilgi ve birikim yoksa, demokrasi de yok derler. Kentleşme, yerleşik olmanın, örgütlü, sistemli, kurallı halidir. Bunun da ilk koşulu, kente dair aidiyet duygusuna sahip olmaktır. Yaşadığı yere dair hiçbir merakı, kaygısı ve saygısı olmayan insanlar, istediği kadar “akıllı evlerde” yaşamakla övünsün, kente egemen olan tek gerçek vardır: akılsızlık. İstedikleri kadar kadim bir tarihe, hayran olunacak coğrafyaya ve iklime sahip olurlarsa olsunlar, kentlerin ruhu, kentlilerinin ruhu ya da ruhsuzluğuna bağlıdır.
Yıllardan beri yazıyor, söylüyor, ancak ısrarla görmezden, duymazdan geliniyoruz. Bugün yerel yönetimlerin önündeki en yakıcı görev, “kentlilik ve kent kültürü” bağlamında algı ve bilinç oluşturmaktır. Sokak, demokrasinin rasathanesi, turnusolüdür. Aidiyetlerimizi dinamitlemeye ve bizi sokaktan koparmaya çalışanlar kadar, bu gerçeğin farkında olalım. Gerisi gelecektir.
Biz yazmaktan bıkmayacağız. Kent ve kentliler, demokrasi için görev başına.