Müzik içimi burkuyordu. Adını ve bestecisini bilmediğim bir sonat Alicia de Larrocha’nın piyanoda gezinen usta parmaklarıyla içine çekiyordu… Kimi zaman dışardaki hava gibi grileşen, karamsarlığa düşen uzun esler, pes seslerle kimi zaman güneş açmışcasına umudu, bahar renklerini çağrıştıran coşkulu notalarla İstanbul denen gayya kuyusunun sabah trafiğinde tam da ruh  halimi betimliyordu. İzmirli gazeteci dostlarımla – İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atila Sertel, Yaşar Aksoy, Cevher Kantarcı, Elvan Feyzioğlu, Ergun Oruç, Gaye Karadağ - Silivri’ye yol alıyorduk. Bize Radyo 3’te klasik müzik eşlik ediyordu…

BİR KEZ DAHA SİLİVRİ'DEYDİK


Cezaevi’ne yaklaşırken giderek yeni binalarla genişletildiğini görmek içimi daha da kararttı. İnatçı çiçekler gibi direnen çadırların yeri  değişmişti.
Altan Öymen, Mustafa Mutlu, Halil Nebiler ile buluştuk, tanış olduk. Müyesser Uğur’la kucaklaştık. Tahliye edildiğinden beri ilk kez  geliyordu. Çok heyecanlıydı. kader arkadaşlarıyla buluşacaktı. Birlikte güvenlik binasına yürürken döndü ve sanki bana bir tokat attı. “Arafta gibiyim” diyordu. “Ne içerdeyim ne dışarda, bu o kadar zor ki!”. Gün içinde birlikte geçirdiğimiz yedi saatin her dakikasında bu tanımlamayı onda gözlemek de başka bir tokattı.
Cebimizde izin belgesinin kopyaları, kalemlerimiz ve kimliklerimiz dışında - not defteri bile yasak- her şeyi bagaja kilitleyip ana  güvenlikten geçtik, servis otobüsüne bindik ve 1 numaralı Cezaevi güvenlik kontrolüne geldik. Deneyimliyim ya, ona göre giyinmişim; öten tüten hiçbir şey yok üzerimde. Güvenlik kontrolünde retina kaydı yapılırken görevliler çay ikram etti. Önceki gelişimde arama  kabinlerinde, masaların üzerinde personelin okuduğu kitaplar gözüme ilişmişti. En çok da Balbay’ın kitaplarını okuyorlardı. Bu kez  Ahmet Ümit’in kitabı dikkatimi çekti. “Sultanı Öldürmek”.

TUNCAY ÖZKAN'I BEKLERKEN


Yine o geniş salondayız. Mustafa Balbay, Deniz Yıldırım ve Turhan Özlü’nün duruşmaya gittikleri haberi bir an moral bozuyor. Eğer  erken dönerlerse öğleden sonra görüşebileceğimiz söyleniyor. Çarşamba günleri görüş günleri. Bu alışılmadık durumda önce  Tuncay Özkan’la bir araya geleceğiz. Tuncay Özkan her zamanki gibi koşar adım, kollarını açarak geliyor. Yüzünde güller açıyor. Sanki  az sonra televizyon programına çıkacakmış gibi son derece şık ve bakımlı. Tek tek kucaklaşıyoruz. Bir an “ Önce şu burnumun  sızlaması geçsin” diyor, arkasını dönüp şöyle bir gözlerini kuruluyor. kısa bir hal hatır sormanın ardından ailesinin görüşe geldiği haberiyle bir saat sonra dönmek üzere yerini henüz duruşmadan gelmiş olan Hikmet Çiçek’e bırakıyor.

ERGENEKON'UN TEMEL UNSURU


Hikmet Çiçek, özellikle gizli tanıklar konusundan söz ediyor. ”Ergenekon’un en temel unsuru Gizli Tanıklar” diyor. Deniz kod adlı  Şemdin Sakık’ın kimliğini açıklamasıyla Ergenekon’un bütün tanıklarının ortaya çıktığını, çoğunun sabıkalı, hüküm giymiş olduğunu  belirtiyor. “Tanık dediğin gördüğünü anlatır. Ama bunlar kendi yorumunu yapıyor. Gizli tanık olmak isteyen kimse reddedilmedi. Şu  anda 44 kişi gizli tanık. Delil olmadan savcı hiçbir şey yapamaz. Avukatların onlara soru sormasına izin verilmiyor. Tutanaklar ise gecikiyor. Örneğin bu günkü duruşmanın tutanakları bir ay sonra ancak verilir” diyor. Hikmet Çiçek bu konuda bir de kitap yazmış.  “Ergenekon’un Gizli Tanıkları” yakında raflarda yerini alacak. İsim babası Soner Coşkun. Bu arada gülsek mi ağlasak mı bilemediğimiz bir şey söylüyor Hikmet Çiçek. “Bana benim tutuklandığım maddeden ceza talep edilmiyor. Ceza istenen maddeden  de tutuklu değilim!”
Ondan öğrendiğimiz bir şey daha var. Diğer mahkûmlarla belli zamanlarda bir araya gelme, görüşebilme hakkının - bu hak Öcalan’a tanınıyor, bu nedenle İmralı’ya başka mahkumlar nakledildi - kendileri için uygulanmadığını söylüyor Çiçek. “Bu hak bize tanınmıyor”  diyor. Örneğin Doğu Perinçek’in oğlu Mehmet Perinçek ile ancak belli günlerde sınırlı zamanda kapalı görüş yapabildiğini öğreniyoruz. Mehmet Perinçek işi şakaya vuruyormuş. “Ben tahliye edildim ya!..” diyormuş.
Aydınlık Gazetesi yazarı Hikmet Çiçek 62 yaşında. 12 Mart’tan payına 14 yıl 4 ay düşmüş. 12 Eylül’de tutukluymuş. 4 yıl 6 aydır da Ergenekon tutuklusu. Eşittir 19 yıl. “Ama ne 12 Mart ne 12 Eylül. En ağırı bu dönem” diyor. Bir saatin nasıl geçtiğini anlayamadan  yeniden yeniden kucaklaşıp alkışlarla uğurluyoruz.

AĞLANACAK HALE GÜLMEK


Tuncay Özkan kapalı görüşte ailesi ile buluştuktan sonra aramıza dönüyor. Durmaksızın anlatıyor. 19 davanın birleştirildiğini, bunların  toplam 28’e çıkacağını 120 milyon sayfayı bulan iddianamenin 5,5 terabaytlık bir büyüklüğe ulaştığını böyle giderse 550 milyon  sayfayı bulacağını söylüyor.
Hemen herkes hesap yapmaya başlıyor. 30 bin yıl. En az 30.000 yıl gerekiyor okumayı tamamlayabilmek için. Gülmeye başlıyoruz.  Ağlanacak hale gülmek bu olsa gerek. Davayla, gizli tanıklarla, 1971’li yıllara kadar geriye dönük dosyaların istenmesiyle ilgili  ayrıntıları gösteriyor bizlere. Not alacak kâğıt yoksuluyuz ya her şeyini her an gitmeye hazır halde içinde taşıdığını söylediği siyah çantasından hepimize kağıt çıkarıp veriyor. Son gelişmeleri değerlendiriyor. Temel sorunun iletişim ikinci sorunun organizasyon olduğunu vurguluyor sürekli. Ve hep şunu ekliyor; “Büyük iktidar yoktur. Onu büyük gören muhalefet vardır.”
“Bir tek gün bile umutsuzluğa kapılmam söz konusu değildir” diyen Özkan’ı uğurlarken benden daha güçlü ve inançlı olduğunu görüyorum. Onlara moral vermeye, umut aşılamaya geliyoruz ama galiba bunu onlar bize yapıyor.

BABA NEREDESİN


Koşarak geliyor Balbay tam bir delikanlı çevikliği ile. Kolları sonuna kadar açık. Kucaklıyor, kucaklıyor sımsıkı. Önce hal hatır soruyor hepimize. Getirdiğimiz emanet selamları teslim ediyor herkese sevgilerini teslim alıyoruz. Elvan Feyzioğlu ile şakalaşıyor. Eski günlerinden söz ediyor.
Müyesser Uğur Bolu Dağları’ndan geçtiklerini söylüyor. O, tünel çıkışı bu mevsimde renk değiştiren ağaçları anlatıyor. Ankara’nın  sonbahar güzelliğini betimliyor… Gün batarken hücresinden görünen tellere güneşin son ışıklarının vurduğunu, o an tellerin kıpkırmızı olduğunu… Yağmur’u, Deniz’i anlatıyor Balbay. Babasının havaalanında çalışmadığını artık biliyormuş Deniz. Ama yine de soruyormuş. “Baba neredesin?”
İronik bir konuyu da paylaşıyor bizlerle. Çayını bazen Cumhuriyet’i bombalayan gençler getiriyormuş. Ve milletvekili Mustafa  Balbay’dan ailelerine iş bulma konusunda yardım istiyorlarmış. O da yardımcı olmaya çalışıyormuş. Bu arada milletvekili Balbay  olarak 15 günde bir Mecliste gündem dışı konuşuyormuş.
Disiplini elden bırakmıyor anlaşılan. 2013’ün ilk üç ay programı hazırmış; bütün yapacakları belli. 5’e 14 adımlık havalandırmada 19  Mayıs Maratonu’na hazırlandığını söylüyor. “kararlıyım çıkınca maraton koşacağım” diyor. Bilinçli hazırlanıyor. Sakatlanmamak için doktorla bile görüşmüş. İyi besleniyor. kendine iyi bakıyor.

SİLİVRİ SAHNELENMELİ


O gün son kitabı çıkmıştı. Hapiste 6. Toplamda 29. kitabı. Okurlarından gelen mektuplardan derlemiş. “O Mektubu Yazan Bendim”.  Önce adını açıklamayan yerine “The korkak” yazan okurun ikinci mektubundan esinlenmiş bu adı. Bir sonraki kitabını soruyoruz.  Şaşırtıyor. Farklı bir tür deneyecek aslında. Silivri’yi sahneye taşımak istiyor. “Buranın oyununu yazmak lazım” diyor. İçimden yeni bir “Cadı kazanı” gelecek herhalde diye düşünüyorum.
“Biz rutubeti umut tohumlarını yeşertmek için kullanıyoruz” diyor rutubetten saati oksitlenen Balbay. “kaderini seveceksin” diye ekliyor. Ama bir de şunları söylüyor. “İç ve dış hukuk yolları tükendi. Geriye 29 Ekim ve 10 Kasım kaldı. Gazeteci Balbay’dım. Şimdi elinde  kalem olan siyasetçiyim. Tutuklu milletvekili olayı ikincil olaydır. Önemli olan buradaki  hukuksuzluk. Buradaki hukuksuzluk çözülmezse durum vahim. Öldürülmek aklımda vardı ama terörist ilan edileceğim aklıma gelmezdi. İntikam istemiyorum ama  yapılanların hesabı sorulmalı.” Zaman çok hızlı geçiyor. O da aynı hızla bunları anlatıyor. Biraz sonra eşiyle kapalı görüşte buluşacak. Ayrılmakta zorlanıyoruz.

Devam edecek..