Doğduğum ve muhtemeldir ki öleceğim canım İzmir'ime gönül borcumu; şehrime aslında aidiyet ve sevgiyle bağlı olmayan, şehrimi son iki asırdır sadece “sömürülecek” bir “arazi” olarak gören, kalpsiz, vicdansız, kibirli sahte efendilere ve onların yerli uşaklarına rahatsızlık vererek ödüyorum.

Aslında verdiğim rahatsızlıktan dolayı mutluyum. Hem de yıllardır mutluyum. Çünkü mutluluğumu “bilgiye” hem de saklanan, gizlenen, değiştirilen bilgilere borçluyum. Doğduğum ve muhtemeldir ki öleceğim canım İzmir'ime gönül borcumu da; şehrime aslında aidiyet ve sevgiyle bağlı olmayan, şehrimi son iki asırdır sadece “sömürülecek” bir “arazi” olarak gören, görmeye çalışan ruhsuz, kalpsiz, vicdansız, kibirli sahte efendilere ve onların yerli uşaklarına rahatsızlık vererek ödüyorum.

Salı günü, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ertesi yazım yayımlandı. Amacım sadece “hatırlatmaktı.” ABD’de 129 kadın işçinin ölümünün ardından oluşan farkındalıkla, yıllardır “8 Mart” anılıyor. Ben de aynı yıllara denk gelen zamanlarda unutulan, unutturulan, hatırlanmak istenmeyen “fakir fukara, garip guraba” Türk, Rum, Yahudi, Ermeni ama İzmirli kadın ve kızlarımızı hatırlatmak istedim. O zamanlardaki İzmir sermaye gücünü elinde tutan, şimdilerde çoğumuzun “romantik” gerekçelerle hatırladığı “Levanten” adı verilen “iş insanlarının” fabrika, tarla, atölye ve dükkânlarında ömür tüketen “kadınlarımızı” hatırlatmak istedim. Ve fotoğraflar da paylaştım.

Kimin ne cahilce mesaj yolladığı bir yana, ninesi, annesi bu geçmiş asırların sömürü çarklarında sömürülen pek çok can yurttaşım da anılarını yazdı durdu.

Salı yazısından sonra çok değerli dostum, kardeşim Siren Bora aradı, “İzmirli Yahudilerini unutmuşsun” dedi. İşte üzüldüğüm an, o andır.

Doğruydu söyledikleri Siren kardeşimin. Düşünürken unutmadığımı, yazarken unuttum. İzmir’in 19. ve 20. asırlardaki fukaralık öykülerinde nasıl unutulur İzmirli Yahudiler? Siren Hanım kardeşimden de, o sömürü düzeninde yitip gitmiş İzmirli Yahudi hemşehrilerimin ruhlarından da özür diliyorum.

Ama bu “unutkanlık” sadece bende değil ki. İzmir’in hafızasını sadece “rakı, balık, roka” üçgenine oturtanlar, İzmir’i sadece “Kordon ve Kordelya” kıyılarıyla, Kramer Palas ve Sporting Club masallarıyla anlatanlara da artık şamar gibi vurmak lazım asıl gerçekleri. Öyle uzun uzun araştırmaya da gerek yok. O kadar çok fotoğraf, gazete, belge var ki arşivlerde... Engin Berber’den Erkan Serçe’ye, Yaşar Ürük’ten Orhan Beşikçi’ye, Alaattin Gürırmak’tan İlhan Pınar’a varan pek çok İzmirli aydınımızın yazdıklarını okusak, sonra da beş dakika gözlerimizi kapatarak düşünsek, gerçek olan “gerçekle” yüzleşeceğiz.

İzmir’in emperyalizm ürünü fukaralık süreçlerini yazmak lazım aslında. Öyle ya, Siren Bora çok haklı. Fukara Yahudi kadınların robot misali üç kuruşa palamuttan tütüne çalıştırıldıkları yalan değil ki. Yahudiler içindeki fukaralık olmasaydı, Basmane ve civarında onca “kortejo” yapılır mıydı? O kortejoların şimdi iyice yaşlanmış ve değişmiş duvarları dile gelse de anlatsa sabah ezanıyla başlayıp akşam ezanıyla biten fakir hayatları... Ne fark eder ki? Fakirin dini, milliyeti nedir ki? Sonuçta patron emperyalist İngiliz, Hollandalı, İtalyan, Fransız... Zavallı Osmanlı devrilmemek için vermiş de vermiş hakları emperyalizme. İçindeki hainleri sayesinde de halkını da Müslüman, Ortodoks, Yahudi demeden "ucuz işçi” etmiş emperyalistlere son iki asır!

Söyler misiniz bana, 1825'te doğup 1880’de ölen meşhur Ziya Paşa neden bu satırları yazmış?

“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım çeperlerdeki mülk-i İslam’ı hep viraneler gördüm.”

Lütfen yazarak cevap verin bana. Ziya Paşa’nın bu satırları bile tek başına, son iki asırda vatanımızın insanlarına reva görülen zulmü açıklar. Çünkü bu satırların yazıldığı dönemde Anadolu halkının sadece “ölmek” ve “fakirlik” hakları vardı. Ve bu devirlerde “başka diyarlardan” gelip, İzmir’de para gücüyle zenginliklerine zenginlik ekleyip sadece geldikleri ülkelere vatandaşlık görevi yapanların sömürüleri vardı.

Pardon? Ağır mı oldu?

Kaç kez yazdım... En son yine bu köşede 1 Eylül 2020 tarihinde “Hangi “Barış”? İşte size “Milli” fukaralığın tescilli fotoğrafları!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazı hâlâ duruyor, açıp okuyabilirsiniz.

İzmir’in “fukaralık tarihi” Basmane’den başlar, Kadifekale’ye doğru devam eder... Keşke “Eskiden öyleydi.” diyebilseydim ama ne mümkün? Basmane ise baştan başa birden fazla rengin, sesin, inancın ama artık sadece “fukaralığın” türkülerini söyler. Öylesine gizemli ve ilginçtir ki Basmane ve civarı, Orhan Beşikçi ağabeyimin her fırsatta dile getirdiği “çan, ezan, hazan” seslerini duyarsınız sokaklarında dolaşırken hâlâ... Bir eski evin duvarı, kapısı, penceresi, çatısı konuşur gönlünüze. Hatuniye ve çevresindeki eski kortejolar ise hüznün mekânlarıdır. Avlularını zaman ne kadar değiştirirse değiştirsin, Alaattin Gürırmak ağabeyimin çocukluk anılarını hissedersiniz biliyorsanız.

Yukarıdaki paragrafta dikkat çekilenlerin yaşandığı zamanlarla emperyalizmin Osmanlı’yı “ham yapma” zamanları aynıdır.

Osmanlı Devleti, pek çok milletin oluşturduğu bir imparatorluktu. Öylesine farklılıklar vardı ki, bu farklılıklar bazı kentlerde de kendi havalarını yaratmıştı. İzmir ise öyle de olsa, böyle de olsa tarihte hep pırıl pırıl parlamış, cazibe merkezi olmuştu. Hani dünyanın tüm renklerinin İzmir’de eksiksiz yansımaları vardır desem sanırım yanlış olmaz. İzmir, hem kent hem de doğudan daha batıya gitmek isteyenlerin uğrak yeriydi.

İzmir hikâyeleri anlatanlar, daha çok köşkleri, şık şıkıdım hanımları, köşklerdeki yemekleri, çapkınlıkları, yakışıklı beyleri, sinirli kayınvalideleri anlatır. Tabi bir de piknikleri, baloları, tiyatroları falan. Peki, “yukarı İzmir” ile ilgili ne kadar bilgimiz var? Son iki asrın Tilkilik, Hatuniye, Selvili Mescit, İkiçeşmelik'i falan? Örneğin Ziya Paşa’nın o meşhur satırlarını kaleme aldığı yıllarda “yukarı İzmir’de” vaziyet-i umumi hangi minvaldeymiş? İşte onları da tarihin tozlu raflarındaki albümlerden çıkarıyoruz. Çarşaflı kadınlar, kahve önünde bekleşen, kabadayı kılıklı işsiz güçsüz az sayıda erkek ve yaşlı, hasta ihtiyarlar.

Kim onlar peki?

Osmanlı’nın “Müslüman Türk” tebaası.

Elektrik, havagazı, su, ulaşım “aşağı” ne zaman gelmiş, “yukarı” ne zaman?

İzmir’in kararları Hükümet Konağı’nda mı yoksa İngiliz bilmem kim efendinin Bornova’daki köşkünde mi verilirmiş? Örneğin çok merak ediyorum “liberal” ruhlu Vali Efendi Rahmi Bey’in özellikle İngiliz Levanten ailelerle ilişkisinin derinliği ne kadar? Vali Efendi neden “evini” Bornova'ya taşımış?

İzmir’de son iki asırda çıkan salgın hastalıklarda en çok kurban veren mahalleler nerelerdeymiş? Ya da İzmir’in ilk hastanelerini kimler kurmuş? İzmir’deki konsolosluklar öncelikli hangi amaçlarla açılmış? İzmir’de açılan yabancı banka şubelerini, postanelerini kimler kullanıyormuş?

Ve İzmir’de “kazanılan gelir” ne oluyormuş?

Ben bu yazıyı “gazeteci” sıfatımla yazıyorum. Sorduğum sorular elbette ki bilgiye dayalı ama inanın istediğim cevapları bulamadığım gibi doğduğum, büyüdüğüm mahallelerin dünden bugüne hâllerini gördükçe sorularımın sayısı da artıyor.

Bir kez daha soruyorum; 1838-1919 arası İzmir ve çevresinden “kazanılan gelir” ne olmuş?

İzmir’de kendilerine hanlar, köşkler, okullar, kiliseler, yollar, tiyatrolar, lokantalar, oteller yapan Levanten sermaye, İzmir’de kazandığını, kendi sosyal yaşam alanları dışında nereye harcamış? Fakir fukara, garip guraba mahallelerde siz hiç eser biliyor musunuz?

Nasıl olmuş da, Bornova’da, Buca’da, Karşıyaka’da ve hatta Uzunada’da “beldeler, kâşaneler” yapılırken, Basmane’den yukarı, Damlacık ve yakın köyler “virane” kalmış da, “garip guraba, fakir fukara türküleri” söylerlermiş durmadan?

Tekrar etmekten bıkmadan yazacağım.

Şu anda Akın Ersoy hocanın altından tiyatro çıkarmaya çalıştığı Kireçlikaya’dan, Basmane Altınpark’a bir “yokuş” vardır. Keşke imkân olsa da Sayın Vali’yi, Sayın Büyükşehir ve Konak Belediye Başkanlarımızı o yokuştan aşağı indirebilsem. Hatırladığım o yokuşu en çok ziyaret eden Konak’ın iki eski başkanıydı. Biri Ahmet Sarışın, diğeri de Sema Pekdaş. Muzaffer Tunçağ da sanırım indi bir kere yokuştan. O yokuşun bir özelliği vardır. İnerken İzmir’in son iki asrını hissedersiniz. Saint Polikarpos’u, Agios Voukolos’u, Çaka Bey’i, Emir Sultan Hazreti, Rakım Elkutlu’yu, Rahmetullah Efendi’yi, Miralay Fethi Bey’i duyarsınız. Daha kimleri kimleri…

Hüzünle ağlıyor

Ama biliyor musunuz o yokuş İzmir’in belki de en eski yokuşu da olsa bugün hüzünle ağlıyor. Oysa bugün “kimlik tartışması” yapan kimliksizlerin, Kordon’da “içerken” tartıştıkları İzmir ile “gerçek İzmir” o kadar farklı ki birbirinden.

Levantenler ya da “ecnebi sermaye,” Osmanlı’nın çöküşteki durumundan faydalanan kendi ülke siyasetleri sonucu yerleşmiş buraya. Yurttaşlık aidiyetleri tamamıyla kimliklerini taşıdıkları ülkelereymiş anlaşılan. Çünkü “guraba-i mahallatta” Allah rızası için yaptıkları bir şey olmamış. Sermaye, “kazanamayacağı” alanda asla parmak oynatmaz. İzmir’de belediyenin kurulmasının altında yatan ihtiyaç dahi İzmir’deki Levanten konforuyla açıklanabilir.

Ama bu durum onların “kötü” olduklarını göstermez. İzmir’in genelinde bir hizmetleri olmasa da, evlerinin çevresine hayırları olmuş en azından. Bugün Bornova’da “ağaçlı yol” dediğimiz caddenin öyküsünü Altan Altın ağabeyim yine yazsın da okuyalım.

Ben bunları neden yazıyorum? Çünkü cevap arıyorum. Pek çok cevabı da Bülent Şenocak ağabeyimin yazdıklarımdan çıkarıyorum. Sadece tarihe “romantik” bakanların, eğlenceli süreçlerin tarihe egemen olduğunu düşünenlerin geleceğe kötülük ettiklerine inanıyorum. İzmir ve civarında Levantenler ile efe çetelerinin ilişkileri ve işgal ve kurtuluştaki tutumları dahi bugün pek çok cevapsız soruyu barındırmaktadır.

“İyi insanlar” tabiriyle dönemsel davranışları da karıştırmamak lazım. Tarihte her olayın kendi tekliği içinde değerlendirileceği düşüncesini savunuyorum. Fakat aynı tarihte aynı kentte derin fukaralığın hemen yanında sınırsız zenginlik yaşanıyorsa, aradan asırlar da geçse sorgulanmalı ve ders alınmalıdır.

Size yakında bir, iki konu daha yazacağım. Biri Almanya’nın İzmir kardeşliklerine verdiği zarar ile Basil Zaharoff…

Bekleyin bakalım biraz daha.