Charles Dickens İki Şehrin Hikayesi romanına şu cümlelerle başlıyor… “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”

Şu günlerde aklıma sık sık geliyor bu cümleler. Yalnızca iki şehrin değil bütün dünyanın hikayesi bu, yaşadığımız ülkede bütün şehirlerin hikayesi de aynı zamanda. Telefonumdaki ses “İyi misin?” dedi. Çok uzun zamandır görmediğim bir dostumdu. Bu soruya cevap vermem öyle zordu ki… Neye göre iyi neye göre kötüydüm. İyiyim desem, işsiz kalan onca insan, açlık sınırında yaşamaya çabalayanlar, depremlerde evleri yıkılanlar, yakınlarını kaybedenler, takip ettiğim tarafsız gazetecilik yapmaya çalışan birkaç ismin Youtube kanallarından dinlediklerim, hapishanelerde haksız yere tutulan yazarlar, gazeteciler… Hayır iyi olamazdım. Bunca haksızlığın hukuksuzluğun olduğu bir yerde ben nasıl iyi olabilirdim ki? O zaman kötüyüm demeliydim ama onu da diyemedim. Kendime ait bir evim, iyi kötü bir işim ve her gün suladığım gözlerinin içine baktığım çiçeklerim vardı. Kötüyüm demek de dürüstçe olmayacaktı. Cevabım uzayıp uzun bir sessizlikten sonra ikinci soru geldi. “Kötü bir şey mi oldu?” Olan hangi kötü şeyleri anlatabilirdim. Birlikte bir süredir çalıştığım on iki arkadaşımın işsiz kaldığını mı? Sokağımızda el birliği ile beslediğimiz köpeğin dövülerek öldürüldüğünü mü? Ben ilk okula giderken uzak bir akrabamız olan ve üniversite okumak için evimize gelip dört yıl bizimle yaşayan Fevzi abimin şu melun hastalık yüzünden öldüğünü mü? Yoksa çok severek okuduğum bir yazar tarafından yıllarca aldatılmış olduğumu öğrendiğimi mi?

“Çeşmenin suyu akıyordu, nehrin suyu akıyordu, gün geceye akıyordu, şehirdeki yaşam ölüme akıyordu.”

“İki Şehrin Hikayesi’ni okusana,” dedim birden. Benim hikayemde okunacak bir şey yoktu, çünkü hepimiz aynı hikayenin içindeydik, hepimiz aynı dünyaya bakıyorduk. “Onu okurum da Hasan Ali okumayacağımdan eminim” dedi. Dudaklarımdaki düğüm çözüldü, “Dışarısı ne kadar muğlaksa ben de o kadarım işte” dedim. Bir insan onca güzel cümleden sonra nasıl eril fail sözcükleri ile özür diler ki, bir insan bir diğerini farkında olmadan nasıl taciz eder? Bu konuda çok yazıldı çizildi, her kafadan bir ses yükseldi… Çoraptan bir ilmik kaçtı söküldükçe söküldü isimler… Bir kapı aralandı, katran karanlık usulca yayıldı ortalığa, sonrası rezil bir koku… Bir kadına öfke, korku, kendinden nefret etme, utanç gibi duyguları aynı anda hissettiren o sayın Eril Fail efendiler bir siz eksiktiniz… Geçmişte ve halen devam eden taciz, hemen arkasından gelen kadın cinayetleri sebebiyle maskesiz bile nefes alamayan bizler, sizler sayesinde yaralanan ruhumuzu nasıl onaracağız? Kadınların yaşadığı bu sistematik tacizlerin yanında; uğradıkları şiddet, taciz ve tecavüzü yaşadıkları toplumsal baskılar nedeniyle açıklayamayan ya da gündelik hayatta karşılaştıkları “basit” fiziksel ya da sözlü taciz olaylarının önemsenmeyeceğini düşünerek herhangi bir şikâyette bulunmayan yüz binlerce kadının varlığını da unutmamak gerekiyor.

İnsan sesinin sahip olduğu o canlılığı ve tınıyı öylesine yitirmişti ki insanda, bir zamanlar güzel olan bir rengin soluk bir lekeye dönüşmesinin yarattığı hissi yaratıyordu.

Evet ifşa edilmeli, hırsızlık yapan, hak yiyen, yalan dolanla insan kandıran, iftira atan, cinayet işleyen, intiharlara sebep olan, taciz eden, tecavüz eden….

AMA

Her şeye rağmen hayatta kalmaya, kötülükler iyi bir şey yapılmadığında gerçekleşir diyerek bütün bunlarla savaşmaya, direnmeye devam… Dickens’in dediği gibi

“Umutsuzluk insanlara fevkalade bir kudret verir.”

İyi misiniz?