Biz İzmirliler simide gevrek deriz demesine de… Fırına gittiğimizde bazılarımız mis kokan çıtır gevrekle bir, İstanbul simidini de almayı ihmal etmeyiz.

Özellikle eski Türk filmlerinden hafızamıza kazınmış olan İstanbul Türkçesini nadir de olsa kullanmaya çalışırız. Hak yemeyelim; kimimiz gerçekten de iyi ağız yapar bu konuda… İstanbul Türkçesi denen konuşma tarzını dinlemek birçoğumuzu mest eder.

90’lı yıllarla beraber hayatımıza farklı bir ses veren Pop müziğin davulcu ustaları, genellikle baterilerinde İstanbul marka zil kullanırlar. Dünyadaki farklı pop gruplarının bateristlerinde de İstanbul markası takıntısı vardır.

Yedi tepesini anlatır şarkıları dinleriz. Masmavi boğazının, bir araya gelmez iki yakasını televizyonlarımızdan dahi gezmelere doyamayız. Tüm dünyada beğeniyle giyilen, boğazın maviliğinin üzerine gölgesi düşen boğaz köprüsü resimli tişörtleri yurdumuzun hemen her şehrinde görmek mümkündür.

Dünyada şehir kavramı var olduğundan beri elde edilmek ve sahiplenmek istenilen olmuş bir şehir İstanbul… Bugün de dünyanın sayılı merkezleri arasında yerini almış bir şehir... Böyle kadim bir şehrin hemen her şeyini kabul edip, beğenip ve hatta en ince ayrıntısına kadar yaşayıp, sözleşmesini kabul etmemek! Anlaşılır şey değil!

İstanbul Sözleşmesi, henüz bir ay daha olmadı, tartışılıyor. Oysaki imza edileli tam dokuz yıl oldu. Ve ilk defa biz, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti imzaladık İstanbul Sözleşmesini... Sonra 46 dünya ülkesi ile Avrupa Birliği…

Neyin nesi bu İstanbul Sözleşmesi diye fazlaca anımsatmaya gerek yok, zaten birçoğumuz biliyoruz; kadına yönelik ve aile içi şiddetin son bulmasına yönelik yasaların kabul edildiği ve uygulanacağını taahhüt eder bir sözleşmedir kısaca İstanbul Sözleşmesi…

Ve ne elim bir acıdır ki, hatta kadının gördüğü şiddet nedeniyle duyduğu acıdan da acıdır ki, bu taahhütte bulunan biz Türkiye Cumhuriyeti koca Devleti, imzamızdan vazgeçelim geyiklerini ağzımızda çevirmeye başladık ve henüz bir ay daha olmadı.

Tüm bu boş gevezelikler dönerken orada, burada, bir televizyonda spor yorumcusu ve sunucusu, kadınların futbol oynamaması gerektiğinden, aynı şekilde basketbolun da erkek oyunu olduğundan falan bahsetti. Ve o kadar söylediklerine inanmış ve inandırılmıştı ki, kendinden o denli emindi ki…

Koca koca devlet büyüklerimiz İstanbul Sözleşmesinden vazgeçelim der ve bunda da ısrar ederlerse, örnek sunucu da futbolun, basketbolun içerisinde kadınların olmasından vazgeçer ama değil mi?

Kadını tamamen eşiti gören ve onsun bir dünyayı hayal dahi edemeyen ben, “İstanbul Sözleşmesi yaşasın” derken, benimle aynı düzlemde düşünenler ile; sadece maddelerden oluşan, sayfalarca kağıda basılmış sıradan bir taahhütnamenin yaşamasını değil de, kadınlarımızın eğitim ve spor başta olmak üzere hayatın tümünde var olmasını ve yaşamasını kastediyor olmalıyız. Değil ki, onları futboldan ve basketboldan ve diğer spor branşlarından aforoz etmek…

Tekrar yinelemekte fayda var! Tüm amatör spor kulüplerimize ve belediyelerimiz kontrolündeki spor kulüplerimize seslenelim bir kez daha; şu salgın belası biter bitmez, İstanbul Sözleşmesinin yaşamasını istemeyenlere inat, kadın futbol, kadın basketbol, kadın voleybol, kadın hentbol ve diğer kollarda yapılanalım. En azından birini kendi kulüp çatımız altında hayata geçirelim.

Dipnot; “Unutmayalım, kadın; çocuktur, kardeştir, anadır, yardır ve dünyadır.”