Organizmanın herhangi bir yerinde iltihaplanma sonunda ölmüş hücre artıklarından ve bozulmuş akyuvarlardan oluşan, mikroplu ya da mikropsuz, genellikle sarımtırak renkte koyuca sıvı, cerahat, iltihap. Biraz daha bilimsel açıklamayla, ölü ya da canlı nötrofil granülositler, tek tük mononükleer hücreler, bakteriler, serum, antikorlar ve ölü dokudan oluşan yangı ürünü. Başta TDK sözlüğü olmak üzere, irin böyle tanımlanıyor. Bu işin tıp ve bedeni ilgilendiren yanıdır. Biz toplumbilim ve memleket açısından soruna yaklaşacağız ki, elbette “irin” kavramı yazının bundan sonrası için, artık bir benzetmedir.
“Çok ağır değil mi ?” diye soracaklara, biz de şunu sorarız: “Eğer birazcık tarih bilgin, lekesiz beynin, sürüleştirilmemiş yüreğin varsa söyle: bu coğrafyanın tarihinde görmediği bunca rezilliği ve müsebbiplerini, ‘irin’den daha iyi anlatacak bir sözün, benzetmen, tanımın var mı?”
Bireysel ve toplumsal yaşamımızda, boğazımıza kadar irin torbasına nasıl dönüştük ya da dönüştürüldük? Sorulması gereken budur. “Bu irini nasıl boşaltacağız, izlerini nasıl yok edeceğiz?” Aranması gereken yanıt da budur.
Şimdi tek tek örnekleri, hala şahıs diyebildiklerimizi, hangi alana el atsak midemizi bulandıran haltlarını sıralamaya kalkmayacağız. İnsanlığın Utanç Tarihi kitaplığına, gökdelenler eklesen yetmeyecek suçlarıyla giren bu güruhu, yeniden yeniden anlatmaya gerek yoktur. İyi de bunlar, tüm yalanlarıyla, talanlarıyla, hastalıklı ruhlarıyla, her türlü rezilliği mubah gören zihniyetleriyle, ellerini kollarını sallaya sallaya mı girdiler, ancak bir kere yaşayacağımız hayatlarımıza, gidecek başka yerimizin ve niyetimizin olmadığı bu güzelim ülkeye? Bir günde mi peydahlandı bunların destekçisi, alkışçısı, yandaşı, güruhu? Bu kadar irin, memleket gövdesine nasıl yerleşti, nasıl yayıldı? Onlar hep vardı. Bilmediğin ve her rezillikte yeniden ve yeniden sersemleşip, bu kadarı da olmaz demenin nedeni budur sevgili kardeşim. Onlar hep vardı. Günün moda deyimiyle, “uyuyan hücrelerdi” memleket gövdesinin bir yerlerinde. Şimdi uyandılar ve artık duramayacak kadar ilerlediler.
Önce beden zayıflatıldı. Yüzyıllarca bir ailenin egemenliğinde yaşayıp, kulluğu, biati ve icazeti tarz-ı hayat kabul etmiş, bir imparatorluktan taptaze bir ülkeye dönüştürülmüş bir memleketin bedeni, zaten uzun sürmüş bir hastalıktan kurtulmanın sonrasına benzemekteydi. Öyle ya, ülkeler için tarih nezdinde 20-30 yılın ne kadar hükmü olabilirdi ki? “10 yılda 15 milyon genç yaratmak”, aidiyet açısından hoş bir marş sözü olabilirdi. Ama yüzyılların bağnazlığını, cahilliğini, “halk ve yurttaş olmak” konusundaki fikirsizliğini ve bu yetersizlikten mide ve cep dolduran alçakların musluğunu kurutmaya yetemezdi.
Eleştirebilirsiniz, yöntem ve uygulamalarını tartışabilirsiniz. Ama insanlığın en önemli “irin kurutucusu” olarak kullanıp, her gün biraz daha gelişmeleri için uğraş verdiği “bilim, kültür, sanat, felsefe, hukuk” ve bilcümle değer adına, Cumhuriyet’i kuran iradenin çabalarını unutamazsınız. Unutursanız, uyuyan hücrelerin neden sürekli bu değerlere saldırdıklarını, ellerine geçen ilk fırsatta okullardan, kitaplardan, hayatlarımızdan kovmaya çalıştıklarını anlayamazsınız. Bu destekler olmadan, beden tek başına ne yapabilirdi ki?
Çocuklarımıza, kadınlarımıza, topyekun her alana, bu ülkenin taş üstüne taş koyarak yaratmaya çalıştığı aydınlanmaya ve çağdaş ülke projesine musallat olan bu irin, her şeyden önce bir doğa gerçeğini kanıtlıyor: “Hayat, boşluğu kabul etmez.” Bu gerçeği, utançlardan utanç beğen rezillikler, travması bin yıl geçmez cinayetler hala kanıtlamamışsa, irini kurutmayı konuşmaya gerek yok. Sızlanmayı, laf yetiştirmeyi, çarpıtma ve gündem yaratma düzenbazlıklarıyla oyalanmayı, mücadele etmek sanabilirsiniz. Oysa yapılması gereken acil, ciddi ve ama’sız işler var. İrini çalkalamak, kurutmaya yetmiyor çünkü.
Haftaya, kaldığımız yerden devam.