Yıl 1962. Lise 2’deyken psikoloji öğretmenimizin dersleri çok ilgimizi çekiyordu.

Anlattığı her şey kitabımızda olsa da, onun sözleri içimize işliyordu. Kimileyin doğrudan gözlem olanağı da sağlardı bize. (Haksızlık olmasın, bütün hocalarımız öyleydi, onlara göre de öğrenci vardı elbette)

Örneğin bir seferinde sıra “ruh sağlığı” konusuna geldiğinde, bir otobüs ayarlayarak, sınıfça bizi Malatya’dan Elazığ’a götürmüştü, çünkü orada “Ruh sağlığı ve hastalıkları hastanesi” vardı.

Kurum görevlileri değişik koğuşları gezdirerek bize açıklamalarda bulunurken tedavi görenlerle konuşmamızı da sağlamışllardı: Onlardan “en iyi durumda” görünenleri çok tutarlı ve bilgece konuşuyordu.

Aralarında doktor, mühendis, üst düzey yönetici gibi önemli görevler yapmış olanlar vardı. Oraya “kapatılmış” olmalarına çok şaşırmıştık. Ama konuşmalarının bir yerinde ruhsal sorunları ortaya çıkıyormuş.

Örneğin kimileri sözcüğü sözcüğüne aynı konuşmayı yeniden yapıyormuş…

Biz ilerledikçe koğuşlar ve içindekilerin görünümü değişiyordu.

En sonunda demir parmaklar arasında, çok kötü durumda olanlar içimizi sızlatmıştı.

Ayrıca tedavi türlerini gösterirken, en çok etkilendiğimiz bir olay da “elektroşok” uygulamasıydı. Zavallıların, ağızlarından köpükler saçarak acı çektiklerini hiç unutmadım. Benim orada en çok ilgimi çeken şey, “akıllı görünen”, yani aynı söylevi yineleyen hastaların durumuydu…

Kısacası epeyce üzülmüştük.

Ama anladık ki Elazığ’a salt bu eğitici ve de üzücü deneyim için gitmemiştik: İnsanların konukseverliğini, kentin çok düzgün sokak ve caddelerini, bir de folklorunu çok sevmiştik. Geleceğimizi önceden haber alan ilgililer bizim için bir müzik ve gösteri izlencesi düzenlemişti. Elazığa özgü türkü, şarkı, halay ve dans (özellikle “çayda çıra”) sunumlarından büyülenmiştik. Ayrıca izlenceye bir de masal kent Harput ziyareti sığdırılmıştı.

***

Aynı hocamızın bir başka ders konusu da “tekrar”dı. Örneğin ona göre bir söz yinelendikçe önemsizleşir, içeriği boşalır, ayırt edilmez olurdu.

Atılan savsözler, anlatılan fıkralar, yapılan eleştiriler yinelendikçe, koşullu tepke (refleks) etkisi yapmaktan öteye gitmezdi.

Kısacası her türlü yineleme, düşünceyi dışlayan, anlam yaratmayı önleyen birer kısır döngüydü.

Dilin işleyişi iki tür eksene dayanır, Birincisi iletişimde kullanılabilecek eşdeğerli öğelerin sıralandığı dizisel (paradigmatik) eksen, öteki de iletişimde kullanılacak yapı (örneğin tümce) için gerekli olan öğelerin işlev ve anlamlarına göre bu eksenler üzerinden seçilip yerleştirildiği dizimsel (sentagmatik) eksen.

Burada sözünü ettiğim iki işlem (seçme ve kurma), saniyenin çok altında gerçekleşir. Bu şaşırtıcı olay, insan türüne özgü düşünme ve dile getirme yetisinin ürünüdür.

Aynı işlemi dar tümce sınırlarını aşıp, söylem boyutunda uygularsanız, yine “size özgü” bir yaratımda bulunmuş olursunuz. Bu anlamda dil, duruk (sabit) bir “dizge” değil, sınırsızcasına yenilik yaratmaya açık bir “süreç”tir.

Buna karşılık dilsel iletiler kendiliğinden söz üretebilen bir robot ürünü de değildir. Gönderme yapılan bir bilgi, deneyim, izlenim, kültür birikimi, kısacası soyut ya da somut, gerçek ya da düşsel anlatım konularına gereksinim vardır.

Algılanabilir dünyamızı biçimlendirip anlamlandıran etken dil ve düşünce yetisi, dilimizi anlamlı kılan (içini dolduran) etken de yine onun ulamladığı (kategorize ettiği) dış dünya birikimlerimizdir: Dil bu iki katmanda biçimlenip oluşur.

Zamanımızda her gün yüksek sesle aynı şeyleri “yineleyen” siyasal önderlerimizin yaptığı şey, anlamsız bir kavgadır:

Dili doğru kullanıyor olsalar da sonuç değişmez. Çünkü tek başına doğru tümceler kurmak mekanik bir olaydır.

Ama yaratıcı bir iletişim onu anlamlı içeriklerle doldurmaktır.