Cumhuriyet elbette bir toplum ve birey projesiydi. Moderniteyi hedefleyen ve bunu yaşam biçimine dönüştürmeyi hedefleyen bir iradeyi anlatıyordu. “Az zamanda çok işler başardık” sözü, boşuna söylenmemişti. Yüzyıllarını bir ailenin, din soslu saltanatı altında yaşayan, birey ve toplum olmanın gereklerini düşünmeyen, kulluğu ve cemaatliği yazgı olarak kabullenen bir coğrafyada, bunları düşünmek bile mucizeydi. Toplumsal genetikleri belirleyen onca gerici etmene ve cahilane dirence rağmen, her yaştan “10 yılda 15 milyon genç yaratmak”, kuşkusuz devrimsel bir başarıydı. İnsan kaynakları ve toplum mühendisliği açısından bu başarı, yadsınamaz bir mükemmellik örneğidir. Hukuktan ekonomiye, eğitimden sanata, yeryüzünün gördüğü ender bir “yeniden yapılanma”dan söz ediyoruz.

Bireyler ve toplumlar, biraz da tercihleriyle vardır. Yaşam onlara, tarihsel süreçler ve evrensel esaslar içinde, teklif ve temennilerde bulunur. “100 yılda bir gelen dahiler”, bu teklif ve temennileri somutlaştırır, örgütler, yaşamsallık kazandırır. Çünkü o dahiler bilir ki, geçmişin körlüğü ve sakilliği, ülkelere ve halklara sürgit yaşama şansı tanımaz. Cumhuriyet işte bu düşüncelerle kuruldu ve işe yeryüzünün görebileceği en kapsamlı “insan kaynakları” çalışmalarıyla başladı. Çünkü yine tarih kanıtlamıştır ki, kalıcılık, sürdürülebilirlik ve performans kalitesi olmaksızın, ülkeler ve toplumlar yaşayamaz. Onları yaşatacak, sürdürecek ve geliştirecek olan, insan kalitesidir.

Örneğin, bir kısmı erozyona uğratılmış, çarçur edilmiş, sonradan uydurulmuş olsa da, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamın her alanına dair söylediği “özlü” sözlerin gerekçesini bilmeyenlerin, içini boşaltmaya çalışanların, hatta alay etme küstahlığı gösterenlerin anlayamadığı işte budur. Ne demek istendiğini anlayamayanların, yapılanların ne işe yarayacağını düşünmeleri nasıl beklenebilirdi?

Üstünden yüz yıl geçmeden, Cumhuriyet ve idealleri acımasızca talan edilmişse, tüm kurum ve kuruluşlarıyla var oluş gerekçelerinden vaz geçirilmeye çalışılıyorsa, bunun tek suçlusu gericilik değildir. “İlericiyim” ayaklarında, tarih coğrafya toplum okumasından nasipsizlerin, Cumhuriyetin değerleriyle bağ kuramamasını unutamayız. Yaşadıkları büyük yabancılaşmalar, ayakları yere basmayan duruşlar, yaşamda karşılığı olmayan teklif ve temenni savrulmaları, gericiliğin en büyük payandası olmuş, onları bilerek ya da bilmeyerek karşı devrimin koalisyon ortağı haline getirmiştir. Tarihteki tüm benzer süreçlerde olduğu gibi, karşı devrim bunları işine geldiğince kullanmış, iklimin yeterli kıvama geldiğini gördüğündeyse, elini ağzını sildiği bir mendil gibi, çöpe atmıştır. Öyle ya, kendi içindeki aykırı özneleri bile acımasızca ayıklayan, hain ve düşman ilan eden bir zihniyet, devşirmelere ne kadar tahammül edebilirdi? Bu apayrı bir ibret hikayesidir. Ama yaşadıklarımız “hikaye” değil, çırılçıplak gerçeklerdir. Sözün burasında, “du bakali n’olcek” aymazlıklarıyla başlayıp, kurbağa deneyini anımsatmak, yardıma gelecek kimsenin kalmadığını gören rahipten dem vurmak mümkün, ancak çok gereksizdir.

Karşı devrimin, payandalarından kurtulup, kendi insan kaynağından yetişenleri vitrine çıkarmaya başladığını, gerçek meramını artık daha da dolaysız ve pervasız dile getirdiğini görmeyenlerin… Cehaleti öven profesöre, “ortancası”yla övünen iş adamına, eğitimden hukuka geriye dönüşü alenen dayatanlara, mezhep ve etnik köken sömürüsünden çocuk istismarına bütün insanlık suçlarını doğallaştıranlara, yaşamın tüm alanlarına tebelleş olanlara şaşırmalarına söylenecek söz kalmamıştır. Kaynağını yitirmeye ve kurumaya sürüklenen bir nehrin sularında oynaşanlara laf yetiştirmenin, ne yeri ne de zamanıdır. Tarih, coğrafya ve gelecek kuşaklar gözümüze bakıyor.