Geçen hafta bu köşede, “Tarihinizi nasıl alırsınız?” başlığı altında bir perspektif ortaya koymaya çalışmış, sürdüreceğimizi belirtmiştik. Böyle bir yazıya kalkışmanın birkaç nedeni vardı. Tarihi eğip bükenler, belge ve bilgi sağlamlığıyla “sallama”yı karıştıranlar, temelsiz hamaset ve duygusallık batağında gerçeği gölgeleyip “bilgi edinme ve çıkarımda bulunma hakkımızı” gasp edenler, tarihi ancak işine geldiği oranda kullanarak toplum mühendisliğine kalkışanlar, elbette akla gelen ilk nedenlerdi.

Bu iş o kadar çığırından çıkmış haldeydi ki, söz gelimi Kemeraltı’nın unutulmaz renklerinden “Benzinci Kör Hafız”a dair uydurmalara kapılarak, bu satırların yazarına samimiyette tartışılmaz ama bilgide “uydurma” şiir bile yazdırmıştı.

Söz gelimi bir semte dair övgüler ve güzellemeler yapma uğruna, Atatürk’le şöyle yaptılar, böyle konuştular gibi kahraman yaratmaya çalışanları ve fakat andıkları tarihte o “kahramanın” henüz 3 yaşında olduğunu unutanları okumak, gülüp geçilemeyecek kadar sinir bozucuydu. Bilinen ama ne yazık ki, konjonktürel olmak ve zamanın ruhuna uymak adına göz yumulan bu tuhaflıkların tek yararı (?), tarihi mahvetmek ve bu uğurda dirsek çürüten emekçilerin ülser olma ihtimallerini hızlandırmaktı. Olan kentin hafızasına, kente dair aidiyetlere oluyormuş, ne beis! Herkes mutlu ve mesuttu.

Öte yandan Soyer’in “İzmir Bayrağı ve Parası” açıklamaları ile İmamoğlu’nun Bellini’nin yaptığı Fatih Sultan Mehmet resimlerinden birini ülkemize kazandırması üstüne koparılan fırtınalar da, yalnızca tarih ve sanat yaklaşımımızın değil, berbat politika anlayışımızın suçüstü fotoğrafını çekip, derdimizi anlatma konusunda neler yapmamız ve yapmamamız gerektiğini de anlatmıştı.

Bu süreçte okuduğum iki kitap, başlığa esaslı bir yanıt oluşturması yanında, dünden bugüne olaylara, olgulara, kişilere ve “tarihten nasiplenme” kalibremize dair de dersler içeriyordu.

Bilim ve akıl dışılığın prim yaptığı her coğrafyada olduğu gibi, memleketimizden bu bağlamda olumsuz örnekleri sıralamaya, ne bu köşe ne de takvim yeter. Ben o iki örnekle, meramımı özetlemeye çalışacağım. Bunu yaparken de, okur okumaz aldığım ve paylaştığım notları aktaracağım. “İzmir Basın Tarihi – Gazeteler, Dergiler” üstüne şöyle yazmışım:

“Bir kenti sevmek ve ona değer üretip armağan etmek... Yanıyorum, bitiyorum demekle olmuyor. Hamaset ve hele ki kaynakçasız-belgesiz sallamakla olmuyor. Yapılan güzel işlere burun kıvırmakla, samimiyetinden başka malzemesi ve beklentisi olmayanları gıybet kuyularında boğmakla olmuyor. Rant peşinde koşmak, bir köşesinden ilişmek uğruna, selam verdim “sağ”a “sol”a şirinlikleri ise bırak “olmayı”, saygıyı ve sevgiyi bile hak etmiyor. Bir kente olan sevgi, saygı ve aidiyeti; emeğe, işe, kalıcı-somut ve bin dert içinde hiç olmazsa birine dair çareye dönüştürmek ve "yerel"i ulusala ve evrensele taşımak... O iş mesela şöyle oluyor: 274 büyük boy ana metin sayfasıyla, 675 dipnot ya da atıfla, 29 sayfa kaynakça ve dizinle, titiz bir araştırmanın örneği olarak hepsi özgün fotoğraflarla, saygıyla selamlanmayı ve alkışı hak eden ve ancak bu işlere aşina olanları bilecekleri “emek” ile… Efdal Sevinçli’nin “İZMİR BASIN TARİHİ Gazeteler Dergiler” (İBB Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Yay., Mayıs 2019) adlı çalışmasına hepimiz teşekkür borçluyuz. İlle meslekten olmanız, akademik bir etiket taşımanız, bu kenti yönetme şansına ve sorumluluğuyla donatılmış olmanız gerekmez. Sevdiğiniz ve haklı olarak övündüğünüz bir kenti, bir de bu açıdan “tanımak” için, okuyunuz…

Bize ayrılan köşenin sonuna gelirken, ikinci kitap ile andığım iki olay üstüne düşüncelerimi anlatmak haftaya kalıyor. Ama ben kitabın adını şimdiden söyleyeyim: “GAVUR MÜMİN Gazi Paşa’nın Casusu” (Kırmızı Kedi Yay., İstanbul 2020) .

Yaşar Aksoy’un bir roman üslubuyla, İzmir, Türkiye, Kurtuluş Savaşı tarihinin çok ilginç olaylarını, çarpıcı bir kişilik çerçevesinde anlattığı, sözlü-yazılı (belgeli) kaynaklara dayanarak işleyip yazdığı bu kitap da, meramımıza destek olacak bir nitelik taşıyor.

İyi ki bizi sızlanmaktan, yakınmaktan öteye taşıyan böylesi çalışmalar ve onlara ter döken emekçiler var. Ya onlardan yararlanacağız ya da bir zehirli rüzgârın önünde savrulacağız.