Siyasetten sanat dünyasına, toplum yaşamının pek çok alanında var olan bir hastalıktan söz etmek istiyorum bugün, hemşericilikten… Özellikle yerel siyasette çok etkindir hemşericilik. İstanbul’da Büyükşehir kimin elinde ise, onun hemşerilerinin etkin görevlere getirilmesi adettendir. Büyükşehir’e başkan adayı aranırken göz önüne alınan unsurlardan biri, belki de önde geleni, adayın kent nüfusu içinde en büyük oranı oluşturan hemşeri topluluklarının onaylayacağı bir isim olması, daha doğrusu bu yerel kimliğe sahip olması istenir. Karadenizli ya da Sivaslı olmak, en az liyakat kadar önemli bir seçim ölçütüdür.

Elbette, bir yerel yöneticinin o kentte doğmuş olmasa da, kentte uzun süre yaşamış olması, yani o kentin sorunlarına vakıf olması beklenir. Haklı bir beklentidir bu. Söz konusu İzmir olduğunda, bildiğim kadar hep bu ölçüte uygun adaylar seçilmiştir.

Siyaset alanında doğal olan bu beklentinin sanat dünyasında da yansımaları görülür. Özellikle, küçük taşra kentlerinde… Başka bir kentten gelen bir sanatçıyı bağrına basmakta zorlanır Anadolu kentleri. Dışa kapalı küçük kentin doğal tepkisidir bu. Bu yüzden de, yeniliklere pek açık değildir taşra kentleri. Yurtdışında yaşayan Türkler arasında da hemşericiliğin çok yaygın olduğunu biliyoruz. Avrupa ülkelerinde hangi kasabaya giderseniz gidin, oraya yerleşmiş Türklerin genellikle aynı kasabadan geldiğini görürsünüz. Bu eğilimin muhafazakar ve faşizan gruplar arasında daha yaygın olduğu da bir gerçektir.

İzmir, tarihi boyunca farklı kültürlerin iç içe yaşadığı bir metropol ve bir liman kenti olarak, bu handikapa sahip değil. Ama, son yıllarda aldığı yoğun sanatçı göçü karşısında, yerel sanatçıların, korunma, hatta kapanma refleksine teslim olma ihtimalinden söz edilebilir. Yabancı göçmenlerin işlerini ellerinden alabileceği korkusu ile aşırı sağa teslim olan Avrupalı işçilerin kaygılarına benzer bir kaygı bu. Anlaşılabilir, ama onaylanamaz bir kaygı… Çünkü, sanatın gelişmesini etkileyen en önemli verilerden biri, ‘dışarıdan’ gelen fikirlere açık olmak, mevcutla yeniyi buluşturan sentezler yaratabilmektir.

Sanat dünyası, bunu yıllardır deneyimliyor ve önemli kazanımlar elde ediyor. Avrupa’daki sanat kurumlarına sanatçı ya da sanat yöneticisi arandığında, bırakın hemşericilik yapmayı, milliyet, etnik kimlik, dini inanç gibi kişisel özelliklerin sorulması bile yasaktır. Sanat kurumları ve festivaller, tanımlanmış bir süre için sözleşmeli olarak çalıştıracakları yöneticiler için ilana çıkarlar. Seçimde tek bir ölçüt vardır, deneyimi de içinde barındıran liyakat… Sonuçta, bir Yunan sanat yöneticisinin Kanada’da, İtalyan bir yöneticinin Hollanda’da görev üstlenmesini kimseler yadırgamaz. Çünkü bilirler ki, bazen dışarıdan, farklı bir kültürden gelen bir sanat yönetmeni o kuruma yeni bir dinamizm kazandırabilir…

Neden, bu noktayı vurgulamak ihtiyacını duydum? İzmir Büyükşehir Belediyesi bu çağdaş yaklaşımı benimseyerek, kuracağı İzmir Şehir Tiyatroları’nın Genel Sanat Yönetmenini belirlemek için bir açık çağrı yaptı. Başvuruları Büyükşehir’in Tiyatro Danışma Kurulu üyeleri değerlendirerek, aralarından iki aday seçip Başkan’a önerecekler. Geçenlerde katıldığım bir sohbette, İzmirli sanatçılar arasında, benzer kaygıların varlığını hissettim. Ya, dışarıdan biri seçilirse; İzmir’de bu görevi yapabilecek kimse yok mu gibisinden kaygılar… Üstelik de, Tiyatro Danışma Kurulu’nun üyeleri arasında İstanbul ve Ankara’da yaşayanlar çoğunluğu oluşturuyormuş… Oysa, bunun bir dezavantaj değil, avantaj olduğunu, yerel grupların, kamplaşmaların etkisinden uzak bir seçim olanağı yaratacağını düşünüyorum.

Baba tarafından İzmirli olan ve dört yılı aşkın bir süredir İzmir’de yaşayan bir kültür-sanat emekçisi olarak, İzmir’in sanatçıları ile İzmirli olmayan ama İzmir’de yaşamayı seçen sanatçılar ve İzmir doğumlu olmalarına karşın yaratıcı endüstrilerin konumlandığı İstanbul’da yaşamayı seçenler arasında, daha fazla vakit kaybetmeden, verimli bir diyalog yaratılması gerektiğine inanıyorum. İzmir’in, dünyanın yaratıcı kentleri arasında saygın bir konuma oturmasını istiyorsak, bunu başarmamız gerek.