Yahya Kemal, Kasım ayını neden “ayların en zalimi” olarak adlandırır bilinmez ya, Haziran bizim için “ayların en yürek yanığı”dır. Nedenimiz çok, en yakından başlayalım.
3 yıl önce, kamunun kamusal alana sahip çıkması, ceberutluğun, saldırganlığın, çarpıtmanın, her türlü provokasyonun bin çeşidiyle karşılaştı. Kamu, bu itirazın bedelini 8 insanın öldürülmesi, binlerce insanın yaralanmasıyla ödeyip, tarihine “Gezi” olarak yazdı. Korkunç bir yalan makinesi, insan sureti taşıyan işbirlikçileri sayesinde, gerçeği, ahlakı, duyarlığı, insaf ve izanı paramparça etmek için, hala elinden geleni yapmaktadır. “Kamunun, kamusal alanlarına sahip çıkması” ancak tam donanımlı demokratik sistemlerde söz konusu olabilirdi. Eğer bu olgunluk ve gelişmişlikten nasip alınmamışsa, bireysel ve toplumsal itirazlar kolaylıkla çarpıtılabilir, hedef gösterilebilir ve ne pahasına olursa olsun yok edilmesi için, her türlü araçla üstünden geçilebilirdi. İnsan hakları, demokrasi, hukuk, örgütlenme… Kısaca çağdaş bir toplum için “olmazsa olmaz” tüm kavramların hayattaki karşılıkları bir kez daha ortaya çıkmış, “Gezi” bu ülkenin yakın dönemlerdeki en önemli turnusolü olmuştur. Ortaya çıkan sonuçlardan, tarafların ne kadar yararlandığına, ders aldığı, çıkarımlarda bulunduğuna ve bir temize çekme süreci yaşayıp yaşamadığına gelince… Onu zaman gösterecektir ve ne hamasetin, ne de gaddar kindarlığın bu sürece zerre kadar yararı olmayacaktır. Ateş düştüğü yerleri hala kavurmaktadır ve bundan daha büyük bir gerçek de yoktur.
Haziran, “ayların en yürek yanığı” betimlemesini sonuna kadar hak ediyor. Sınıf, emek, sendika, emeğin örgütlenmesi gibi kavramların paramparça edildiği bir coğrafyada, örneğin 15-16 Haziran nasıl konuşulacak, göreceğiz. Biz en çok, savundukları dünya görüşünün temelinde bu kavramların olduğunu unutanları, savrulup giderken hayata ve halka tutunacak bir dalın bile kalmadığını göremeyenleri merak ediyoruz. İşte sözün burasında, Haziran bize olağanüstü bir fırsat tanımaktadır. 3 Haziran’da “Elveda dünya, merhaba kainat!” diyen, Türkçe'nin, barışın, emeğin ve memleketin en büyük şairi Nâzım Hikmet’i anmak, bu değer ve kavramların temize çekilmesine vesile olmalıdır, olmalıydı.
Katıldığımız anma etkinlikleri, bu bağlamda bize nasıl ve ne kadar ışık tuttu? “Şair Baba”, olağanüstü yapıtlarında bu ülkenin destanını anlatırken, neden hiçbir ırkı, cinsi, dini, mezhebi, etnik kökeni bir kerecik olsun öne çıkarmamıştır? Nâzım Hikmet’e yurtseverlikle devrimciliği, memleket aşkıyla gelecek güzel günlere inancı harmanlatan, etle tırnak gibi ayrılamaz halde anlattıran, nasıl bir dünya görüşüdür? Biz savunduğumuzu ve hayata tahvil ettiğimizi sandığımız dünya görüşünü, onun en büyük eylemcilerinden biri olan Nâzım Hikmet’i anarken, gözden geçirebildik mi, kendimize ayna tutabildik mi? Sorular soruları doğurur elbet, özetleyelim. Bu sorulardan biri bile aklımıza gelmediyse, sahi biz Nâzım Hikmet’i niye andık, nasıl andık?
Haziran bu anlamda bir “fırsatlar” ayıdır. Ahmed Arif’ten Orhan Kemal’e, Hasan İzzettin Dinamo’dan Cahit Külebi’ye, Tahsin Saraç’tan Fakir Baykurt’a, Özdemir Asaf’tan Attila İlhan’a pek çok “insan”, Haziran’da dünyaya “merhaba” ya da “elveda” dedi. Bu büyük insanları anarken, bu sorular aklımıza gelmiyorsa… Fırsat bir daha elimizden kaçıp gidecek demektir. Ben 68’li ağabey ve ablalarla fuardaki heykelinin önünde konuşarak dinleyerek, Karşıyaka’da Grup Abra’yı keşfederek, niyetlendiğim bir etkinliğin yöntemini işittiğimde, gitmekten vazgeçerek, ama en çok Nâzım Hikmet okyanusunda kulaç atarak andım Şair Babayı.
Gidenlere selam olsun!