Hayvanları türlerine göre ayırıp, kafesler içinde insanlar eğlenceli vakit geçirsin diye sergilediğimiz yerlere “hayvanat bahçesi” diyoruz. Tanımı yapışımından anlayacağınız üzere, hayvanat bahçelerine ve arkasındaki mantığa karşıyım.
“Neden hayvanat bahçeleri olmamalı” sorusunu başka bir haftaya bırakıp; bugünün asıl konusuna geçeyim.
Geçtiğimiz hafta bir akraba toplantımız vardı. Doğal Yaşam Parkı’nı henüz görmeyenler ve görmek isteyenler böyle bir program yapınca ben de katıldım. Hem fotoğraf çekmek hem de daracık bir alanda, ayakları toprağa basamadan ömrünü tüketen Fil Bahadır’lı günlerden nerelere geldiğimizi bir de kendi gözlerimle görmek istedim.
Ağaçlar ve çeşit çeşit bitkiler arasında son derece düzenli, göze hoş gelen, insanı farklı bir dünyaya götüren bir yer yapmış İzmir Büyükşehir Belediyesi… “Keşke burası hayvanat bahçesi değil de, insanların oksijen alıp, şöyle yeşillikler arasında güvenle gezip dolaşabileceği bir kent ormanı olsaydı” diye geçirdim içimden.
Gezdiğim dolaştığım bölümlere gelince…
Bazı hayvanların keyfi yerinde görünürken, bazılarını izlerken yüreğim burkuldu. Beni belki de en çok etkileyen ve sarsan yırtıcı kuşlar bölümü oldu. Alaca şahinlerin gökyüzüne doğru ısrarla kanat çırpıp, ağlara takılmasını izledim. En tepeye çıkıp kafalarını tavandaki ağa yapıştırmaları beni yaraladı. Daha çok kanat çırpmak, mavi gökyüzü ile kucaklaşmak onların tek özlemi. Gözlerinin önünde uçsuz bucaksız gökyüzü varken ona erişememek… Kimbilir nasıl bir duygu?
Afrika papağanlarının bulunduğu bölüm de çok yetersizdi. Biliyorum İzmir Doğal Yaşam Parkı, Avrupa Hayvanat Bahçeleri ve Akvaryumları Birliği (EAZA) üyesi ve üyelik için tüm şartları da yerine getiriyor. Ama demek ki EAZA’nın şartları insanlar için yeterli olsa da hayvanlar için değil. Tek bir alanda, onlarca kuş… Afrika papağanları üç kere kanat çırptı mı kafes bitiyor. Üstelik hepsinin aynı anda uçmayı denemelerine imkan yok. Ancak sırayla yapabilirler bunu.
Sürüngenlerin bölümü ile ilgili daha önce birkaç arkadaşım benden burayı yazmamı istemişti. Ancak kendim görmeden uygun olmayacağı için ertelemiştim. Bazı yılanlara o kadar küçük bir alan ayrılmış ki bakarken içiniz daralıyor.
Bir başka üzücü an da vaşakların tutulduğu alanda yaşandı benim için. Cam bölmenin ardında insanlar ve önlerinde volta atan bir vaşak. Dakikalarca izledim hayvanı. Bir sağa bir sola volta attı. Ne el işaretleri ile dikkatini çekmeye çalışan insanlara baktı ne de bölmenin diğer tarafında arada ona bakan diğer vaşağa… Ben yanından ayrılırken o amaçsızca volta atmayı sürdürüyordu. Hapisteki bir mahkumdan tek farkı vardı; o da herhangi bir suç işlememiş olması.

***

Pak Bahadırlı günlere kıyasla burası her şeye rağmen bir cennet elbette. Biliyorum ki buradaki her bir hayvana özenle bakılıyor. Ama bu, onların seçme şansı olmadan sınırlı bir alanda hapsedildikleri gerçeğini de değiştirmiyor.
Ben ve benim gibi birçokları böyle düşünse de, dünyanın her ülkesinde, gelişmişinde de gelişmemişinde de, hayvanat bahçeleri var ve her yıl milyonlarca insan buralara “belgesellerde gördükleri hayvanları” daha yakından izlemek için geliyor. Belgesel neyimize yetmiyor; anlamıyorum…
Elbet bir gün, hayvanat bahçelerinin aslında ne kadar yanlış bir mantığın ürünü olduğunu anlayacağız. Ama şimdilik madem hayvanat bahçelerini yasaklayamıyoruz, o zaman yazımın sonuç bölümüne vardırayım konuyu…
Bu kadar güzel ve özenli bir yer yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden biraz daha fazlasını istiyorum ben.
Mümkünse yırtıcı kuşların ağlarını daha yükseğe çıkartamaz mıyız?
Afrika papağanlarına, yılanlara biraz daha geniş bir alan yapamaz mıyız?
Vaşaklar, kaplanlar, aslanlar… Birazcık daha fazla alanı hak etmiyor mu?