Kaba bir propaganda yağmuru altındadır. Korkunç ve pervasız bir söylemle muhatap oluyor. Hakaret ve küfür yağmurlarına direniyor. En vahimi, “bölücü, aşağılık, hain, çukur” nitelemeleriyle muhatap oluyor. Kazanmak için her yolu doğal ve makul gören, garip bir akıl, mantık ve izanla baş etmeye çalışıyor. Demokrasi tarihinde hiçbir “hayır”, bu denli saldırıyla karşılaşmamış, böylesine eşitlikten nasipsiz bir yarış görmemişti. Abartıyor muyuz? Böyle düşünenler referandum ilanından bugüne, örneğin televizyonlardaki “evet” ve “hayır” propagandalarına ya da savunanlara ayrılan sürelere bakarlarsa, en azından hangi memlekette yaşadıklarının farkına varırlar. Bu “ahval ve şerait” anımsamasından sonra, paradigma irdelemesini “Hayır” açısından sürdürebiliriz. “Evet’in paradigması” geçen haftanın konusuydu ve bir iki yazı önce de “Kararsızlar” cephesine dair düşüncelerimizi paylaşmıştık.
“Hayır” cephesinin paradigmalarını belirleyenlerin başında, Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor. Bir ülkenin kaderi, bir kişiye indirgenerek tartışılır mı? Elbette hayır. Ama siyaset sahnesinde görülmesinden on dört yıllık iktidarına, her olayda, her gelişmede ve her polemikte, cümleye kendinden başlayıp kendinde bitirmesiyle, Erdoğan bu durumun bizzat sorumlusudur. Her sözü ve gelişmeyi kendine indirgeyerek, şahsını birinci dereceden muhatap ve mağdur ilan ederek, bugüne kadar hemen her olayın ve gelişmenin avukatı, savcısı, yargıcı olduğunu beyan ederek, emir vermekten ortam hazırlamaya her şeyi kabul ederek, bu sorumluluğun hakkını verdiğini söylemek durumundayız. Bu tutumunu, yalnızca muhalefete ya da karşıtlarına değil, bizzat kendi partisine ve yol arkadaşlarına karşı da koruyan Erdoğan, kuşkusuz çok değişik bir hazırlığa, inada ve algıya sahip profilini, sebatla sürdürüyor. Bu sorumluluk kuşkusuz, demokrasinin olmazsa olmazı gerçeği anlamında, yalnızca başarıyı değil, bedel ödemeyi de kapsıyor. Bütün siyasiler, kuşkusuz 17 Nisan sabahı, bambaşka bir güne ve gündeme uyanacak. Erdoğan da o siyasilerden biridir. Demokrasi kalibremizin partilere yansıyan tuhaflığı, 17 Nisan sabahı bambaşka bir tartışmayla tanışacak ve her “lider” bir yüzleşme ve hesap verme sürecine girecektir. Keşke bu, ülkenin yazgısını belirleyecek tarihsel bir dönemeçte değil, demokrasinin normal akışı içinde olabilseydi. Bu bambaşka bir konudur ve ona şimdilik yirmi gün var, geçelim.
Tarihleri, kişileri, olayları, olguları ve kavramları sonuna dek ve kendine göre tanımlamaktan, tüm iç ve dış ilişki ve dengeleri zorlamaya ve her söylediğinin değişmez bir gerçeklik olduğunu anlatmaya çalışan Erdoğan, yandaş desteğinin güveni ve rahatlığı içinde dozu her geçen gün artırmaktan kaçınmıyor.
Bütün bunlar toplandığında, “Hayır” cephesinin söze Erdoğan’la başlaması doğal, ama referandumun içerik ve kapsamı açısından, farklı bir yaklaşıma ihtiyacı olduğunu da gösteriyor. Her gün değiştirdiği ve “Acaba bugün ne yapacak ve söyleyecek?” diye merak uyandırdığı bir gündem yağmuru içinde, Erdoğan’ın hal ve kelamıyla uğraşmak, elbette siyasetin bir gereğidir. Ama önümüze getirilen Anayasa Değişiklikleri, bundan daha yukarda bir söylemi zorunlu kılıyor. Böylelikle de, Erdoğan’dan başlayarak, bu değişiklikleri isteyenlerin “gerçekte” ne dediğini daha iyi anlamamız kolaylaşacaktır. Dahası, gözü kapalı “Evet” ya da “Hayır” diyecekler için, demokrasi adına bundan güzel hizmet olur mu?
Çünkü biz bir kişinin ya da bir toplaşmanın kaderini değil, ülkemizin bugününü ve gelecek kuşakların yarınlarını belirleme noktasındayız. Giriş faslı köşeyi işgal etti, haftaya sürdüreceğiz. Ülkemiz ve geleceğimiz, hak ve sorumluluk sahibi yurttaşlarını arıyor. Haydi, biraz daha cesaret.
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'dür. Sanat özgürlüktür, özgürlük de itirazdan geçer. Sanat yalanı anlatır, yalan söylemez. Bu bilinci koruyanların yolculuklarına selam olsun!