Geçen hafta heykelin çilesi diye söz başlamış, sürdüreceğimizi belirtmiştik. Dursun şimdilik. Nasılsa haftalar torbaya girmedi, çileler biz yazmakla bitmedi, itirazlarımızın ateşi küllenmedi. Biz bugün, bir ustanın ardından birkaç kelam edeceğiz.
Hayat ne tuhaf, kadere falan inanmam da, lakin rastlantılar ne hazin. Şiire dair çabamız, kaygımız ve bezirganlıklara saydırmalarımız malumdur. Son birkaç gündür, kendimizi anlatma araçlarından sosyal medyada paylaşımlarda bulunuyordum. 28 Kasım, Melih Cevdet Anday’ın ölüm yıldönümüydü. Anısına, “Garipçiler”i Oktay Rıfat özelinde anlatmaya çalıştığım “Merhaba Oktay, Nasılsın Rıfat?” oyunumdan şu bölümü paylaşmıştım; “Melih… Melih Cevdet… Melih Cevdet Anday! Şiiriyle, romanıyla, oyunuyla, yazısıyla halkının ve aydınlığın nöbetçisi. Orhan’la beni gönderdikten sonra, ölüme üçümüz adına direnen bilge adam! Apostol, ne derdi biliyor musun; “Ölümü merak ediyorum. Hiç korkmuyorum ondan. Biraz daha âşık olmak, biraz daha şiir yazmak için, biraz daha yaşamak istiyorum.” 13 Mart 1915 İstanbul- 28 Kasım 2002 İstanbul, çek altına çizgiyi Apostol: ey memleket, ey yeryüzü, ey insanlık de, dünyanızda geçirdiği 87 yılı size bağışladı de! Melih Cevdet sizi ve hayatı ve şiiri onurlandırdı de! Mitoloji, efsaneler, tanrılar, kahrolası buyurganlar, ayaklanası ezilenler, on bin yıllar öncesinden bugünler adına ses versinler diye diriltilenler, hepiniz, hepiniz ayağa kalkın: “Melih Cevdet Anday geçiyor!”
Sonraki gün, şiir yazdığını, bununla statü kazandığını sananlara, birbirini sıvazlayanlar dünyasında şiiri orta malına çevirenlere karşı: “yağmur yıkayınca sokağın taşlarını / kendi yakamozuyla parlayan o ıssızlıkta / ben bütün fotokopi şiirleri yırtar / yazılası bir hayatın unutulmaz öznelerine / dün mü geçmiştiniz / iyi ki geçtiniz / kalbimde ayak sesleriniz / derim // kabız şiirlerin tıknefes şairleri / beni size / sırf tebelleş olmayın diye / kendimi çıra eylerim! // yeter ki/ eklensin o ayak seslerine / hayata yürüyen ayak sesleri...” diye yazmıştım.
Sonra da, bu iç döküşlerin gerekçesi olarak “Hayatı, hikâyesi, meselesi olmayan hiç bir şeyi sevmiyorum. İmge simge gönderme diye oyalanan şiirlerden hoşlanmıyorum. Soyutlamaların, solsuzlukların, silikleştirmelerin, var olan piyasaya eklenmeden başka işe yaradığını görmezden gelemiyorum. Bunu en iyi bilenlerin şiirkopiciler olduğunu iyi biliyorum. Dünya kavrulurken, sanal ve banal bataklıkları "şiir ırmağı" olarak adlandırıp, pür-ü pak ve saf çıktığını sanmak... Ne hazin beyin hücresi, kâğıt ve mürekkep sarfiyatıdır!” diye yazmıştım ki… Aradan saatler geçtikten sonra, “Gelmez, gelmemeli” dediğim haber, bültenlere düştü. Refik Durbaş ağabeyi, bir ustayı, şiirin onurlandığı kalemlerden birini daha yitirdiğimizi işittim, kalbim kavruldu. Beklenen, ama ne olur gelmesin denen bir haberdi bu. İşte hazin rastlantı buydu. Bir kez daha, şiirin ne olduğunu, nasıl olduğunu, neye yaradığını ömrü ve verimiyle kanıtlayan bir ustadan öğrendiklerimi anımsadım.
Biz Çınarlı işliklerinde çıraktık ve o bizi yazmıştı. 10 Şubat 1944’te Erzurum’un Pasinler’inde başlayan 74 yıllık dünya konukluğunda, o hep yeryüzünü, ülkesini, insanlarını yazdı. Herkes şiir yazdığını sandı, o hayatımızı yonttu. Bunu yalnızca işaret ettiği hayatın içindekiler anlayabilirdi. İzmirliydi, Ege Ekspres sayfalarında göründü önce. Yayıncılık, gazetecilik ve hayat gailesi ile geçti ömrü. Ay ışığı gönderdi hücredekilere, çarşılarda dolaştı, işçi kızlar “Bak bizi yazmış!” dedi, sincap denizde dolaşır mı, kırmızı kanatlı kartal olur mu, çocuklar onun sayesinde öğrendi: Durbaş yazdıysa olurdu! Siyah bir acıda, bir umuttan bir sevinçten söz ederek sordu: Nereye uçar gökyüzü? Adresimiz uçurumdu, bir menzile koşuyorduk ve kimse hatırlamıyordu. Hayattı yazdığı, örneğin iki sevda arasında bir kara sevda çekebilirdi insan. Mavi alacalı bir bastonla, çocukluğunu unutmadan yürüyebilirdi. Uzatmaya ne gerek, Refik Durbaş işte bunlarla ulaştı şiirin ölümsüzlüğündeki yerine.
“Hayatı, hikâyesi, meselesi olmayan hiç bir şeyi sevmiyorum” derken, bilmem haksızlık mı ediyorum? Ama ben bunları, hayatı yontan ustalardan öğrendiğimi iyi biliyorum.