Hazıra konduğumuz, çabucak yıprattığımız, şimdi birbirimize nasıl anlatacağımızı şaşırdığımız, uğruna ne emek verdiğimiz, ne de içselleştirdiğimiz bir kavramdır demokrasi. Sözün kestirmesinden gidecek olursak, bu ülkede demokrasi en çok, antidemokratik zihniyet ve uygulamaların kamuflaj malzemesi olarak kullanılmıştır.
Hep söylüyoruz, yüzyıllarca bir ailenin monarşik-teokratik sistemi ve rejimi altında yaşamaya alışmış bir coğrafyaya sahibiz. “Birey, yurttaş, vatandaş, toplum” kavramlarından uzakta geçirilen yüzyılların ardından, demokrasiden söz etmek kolay değildir. Saraydaki padişahtan kentteki paşaya-kadıya, köydeki ağadan evdeki babaya uzanan bir sistemin, değil talep etmek, demokrasinin düşünülmesine bile tahammül etmemesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu dünya görüşünün artıklarının, bugün demokratik her talebe, taşlanacak şeytan gözüyle bakmasının, fırsat buldukça antidemokratik kalkışmalara meyletmesinin nedeni budur. Cumhuriyetten ne anladıklarına gelince, o da yeterince ortadadır.
“Birey, toplum, yurttaş, vatandaş” olmak, yalnızca hak değil, aynı zamanda sorumluluktur. Ayağındaki çarığın bile padişaha ait olduğunu bilerek yaşayan, tebaa olmanın kolaycılığını ya da çilesini “kader” olarak kabullenen, hiçbir şeyden sorumlu olmadığı için, çareyi “Padişahım çok yaşa!”ya bağlayıp, her türlü hakkından feragat eden insan yığınlarından söz ediyoruz. Din, bu kabulün armağanını ya da itirazın cezasını oluşturarak, monarşik yapının en büyük argümanına ve yasasına dönüştürülmüştür. Monarşik devlet, feodal sistem, dinsel yaşam kuralları… Bir masaldan değil, henüz üstünden 100 yıl bile geçmemiş bir gerçeklikten söz ediyoruz.
Aklı havada liberallerimize, “Harput’ta Bir Amerikalı” gibi dolaşan sözüm ona aydınlarımıza, toplumsal gelecek tekliflerinin muhatabı coğrafyayı bile tanımayan “Yaban”lara inat, bir daha söyleyelim: böyle bir coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak bir devrim, onun yaşaması için demokrasiyi öngörmekse bir mucizedir.
“Orası eksikti, burası yanlıştı, sınıfsal yapı, ekonomik sistem, bla bla bla…” geçiniz! Bu yakınmalar, şımarıklıktan başka bir şey değildir. Eksik yok muydu, Ağrı Dağı kadar! Yanlış yapılmadı mı, her biri içimizi sızlatır! Suç işlenmedi mi, faillerine Alcatraz az gelir! Bunları kimse onaylamıyor. İyi de istenen nedir? 1920’lerin ve sonrasının koşullarında, yüzyılların cümle kirinin pasının bir anda temizlenip, dört başı mamur, sorunsuz bir sistemin altın tepside sunulması mı? İyi de mirim, sen nesin? Yemeğin üstüne diş kirası isteyen, nazenin konuk mu?
İşte cumhuriyet ve demokrasi karşıtlarının başından beri, en büyük yandaşları ve fikir (!) tedarikçileri bu arkadaşlardır. Çok memnun olmalılar. Sağladıkları malzeme, cumhuriyet ve demokrasiyle ilgisi olmayanlar tarafından pek güzel kullanılıyor. Hazin olan şu ki, tedarikçiler ve sundukları inciler, iki günde kirli peçeteler gibi çöpe atılıyor. Tarih ve sanat, onlara çok özel sayfalar hazırlayacak.
Yakın tarihimiz, cumhuriyet ve demokrasi konusundaki algı eksikliğinin ortaya çıkardığı, hazin düşünce ve uygulamaların özetidir. Aile içinden devlet örgütlenmesine, apartman yönetim kurullarından siyasi partilere, cumhuriyet ve demokrasi algısının ne halde olduğunu, uzun uzun örneklerle irdelemeye gerek var mı? Dünün “Odunu koysam seçtiririm” sözüyle, bugünün “Abudik gubidikler iş başına geliyor” beyanı arasındaki sayısız ifşa ve itirafın nedenlerini, cumhuriyet ve demokrasinin hangi ölçütüyle açıklayabilirsiniz?
Böyle bir ortamda, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumuna yürüyoruz. Bizim cumhuriyet ve demokrasi algımız, bu referandumu; düzenin ve yüzyıl öncesinin zihniyetiyle davrananların onaylanması değil, daha güzel bir geleceğin kapılarına ve yollarına sahip çıkmanın dillendirilmesi olarak görüyor. Bu da “fikri hür, vicdanı hür” yurttaşlık bilinciyle, bize bu bilinci sağlayan cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıkmayı gerektiriyor.
Bunları söyleyemeyen ve paylaşamayan her tutum ve davranış, kekemedir. Cumhuriyete ve demokrasiye yakışmak için, haydi biraz cesaret.