Benim çocukluğumda, konuşunca dilinden huzur dökülen imamlar vardı. Cuma günleri, bayram günleri, ramazanda o huzur saçan imamların camilerine giderdik. Ya şimdi? Diyanet İşleri “sebeb-i mevcudiyetini” unutmuş, huzur yerine korku, ayrımcılık yaratmaya ayarlamış kendini. Elinde koca kılıçla habire mimbere çıkan Başkan hazretlerinin muhatabı gerçekten kim acaba?

Sevgili Suat Çağlayan’ın son romanı “Aristonikos” geldi aklıma. Özellikle de Pergamon Kralı Eumenes’in, kardeşi Attalos ile yaptığı konuşma. Kral, halk üzerindeki başarısının yolunu nasıl anlatmıştı kardeşine?

“Babam, geçim sıkıntısını unutturarak halkı oyalamanın iki yolu olduğunu söylemişti bana: İlki spor ve eğlence olanaklarını artırmak, bundan daha önemli olan diğer yol ise, yaşanan sefaletin tanrılardan geldiğine halkı inandırmak! Özellikle de Pergamon’un alt sınıflarında tanrılara bağlılık fazla olduğundan, bu kesimleri yazgıya inanmalarını ve tanrılara tapınmalarını artırmak için çok sayıda tapınak yapmalıyız. Rahipler ve kâhinler bularak halkın tapınaklara daha çok gitmelerini sağlamalıyız. Pergamon’a çok sayıda rahip gelmesi ve mevcut rahiplerin gelirlerinin artırılması için seninle bir çalışma yapmalıyız. Ayrıca, tapınaklara gidenlerin ödüllendirilmelerini de sağlarsak bizi destekleyenlerin sayısı çok artar!”

Henüz okumadınızsa mutlaka edinip okuyun bu romanı. 2 bin küsur yıl önce “yönetici” zihniyet nasılmış?

Taksim ve çevresinde onlarca cami olduğu halde, on yıllardır dillerinden düşürmedikleri camiyi yaptılar sonunda. Ardından Ayasofya’da yine “gaza geldiler” düştükleri gaflet örneklerine yeni örnek oluşturdular.

Benim çocukluğumda, konuşunca dilinden huzur dökülen imamlar vardı. Cuma günleri, bayram günleri, ramazanda o huzur saçan imamların camilerine giderdik.

Ya şimdi?

Diyanet İşleri “sebeb-i mevcudiyetini” unutmuş, huzur yerine korku, ayrımcılık yaratmaya ayarlamış kendini. Elinde koca kılıçla habire mimbere çıkan Başkan hazretlerinin muhatabı gerçekten kim acaba?

Millet olmadığı o kadar belli oluyor ki?

Ya o son imam?

Neydi ağzından çıkan nefretin nedeni, var mı anlayan?

“Bu ve bu gibi mabetler (Ayasofya Camisi) mabet olarak devam edilmesi için inşa edilmiş, hediye edilmiş. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içerisinde bu mabed-i şeriften ezan-ı muhammedi, namaz, her şey yasak olarak müze haline çevrildi. Kitab-i ezelinde buyuruyorsun…Onlardan daha zalim, daha kafir kim olabilir. Ya Rabbi, o zihniyetin bir daha bu ümmetin başına gelmesini mukadder buyurma.”

Aslında insanlık tarihinde, zaafiyete düşmüş tüm iktidarların sığınağıdır inanç söylemleri. Ekonomi, siyaset, toplumsal huzur sıkıntıya düştüğü an, tüm iktidarlar ekmek bulamayan vatandaşlara mutlaka “Allah’ın ipine sarılın” ya da “kadercilik” gibi çakma filozofluklar yapar. Ama şu son imam ve Diyanet İşleri'nin bugünkü hali gibi bir gaflet Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmedi.

Bir daha yazacağım…

“Resmi tarih” dayatmalarına nasıl karşı olduğumu bilen bilir. Bazı “gerçeklerin” emperyalizmin iş birlikçileri tarafından nasıl “gerçekdışı” gibi gösterildiğini yıllardır söylüyorum. Ama İstiklal Harbi’ni, şehitlerini ve onun muzaffer komutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu, Türk milletinin işgalcilerden uğradığı zulümleri böylesine çarpıtanlara, kusura bakmayın ama ben saygı duyamam!

Mustafa Kemal mi “zalim ve kafir”? Bu ne edepsizlik bu ne nankörlüktür!

Gerçekten merak ediyorum, Diyanet İşleri Başkanı ve şürekasının amacı nedir?

Gerçekten ne yaptıklarının farkındalar mı?

Mondros’u unutmuşlar, İstanbul’un önce stratejik sonra tümden emperyalizm tarafından işgalini de unutmuşlar, İstanbul’un işgali devam etseydi Ayasofya’nın ne olacağını da unutmuşlar.

Yahu o işgal başarılı olsaydı bugün “Diyanet İşleri Başkanlığı” makamı olacak mıydı?

Ancak benim fena halde kızdığım şu; korkakça bir gafletle “lanet” kelamını, “zalim ve kafir” ithamını Türkiye’yi, işgalden, tecavüzden, kölelikten, hürriyetsiz kimliksizlikten, sömürüden kurtarıp, biatçı tebadan, fikri, vicdanı, irfanı hür bir millete dönüştüren Mustafa Kemal Atatürk’e edepsizlikleri.

Gündemdeki asıl problemleri millet düşünmesin, fukaralığı söylemleştirmesin diye, sıkışıldığında dolaylı da olsa Allah’ın adını zikredip, ezanların hür Türkiye’de okunmasına vesile olan bir lidere hakaretleri artık iyice çirkinleşti.

Atatürk’e okunan lanetler tutmaz ama, boş yere lanet okuyanın başına, o okuduğu lanet öyle bir musallat olur ki… Bunu en iyi Diyanet İşleri Başkanı bilir de, o da ayrı bir sıkıntı zaten.

Gazi Mustafa Kemal’e kaç kişi beddua eder bilmem ama, Türk milleti var oldukça, emperyalizm ve onun yerli zamane iş birlikçilerine inat hep hayır duası edecek. Çünkü Türk milleti, gönderde nazlı nazlı dalgalanan, şehit kanından renk almış ay yıldızlı al bayrağımızı gördükçe Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü de hayırla anacak. Ama bunu zamanın Ali Kemal’leri, Sait Molla’ları,  Mustafa Sabri’leri ve niceleri zaten anlayamaz!

İstiklal Savaşı ve kadrosunun “katline ferman” çıkaranların ruh ikizleri gibi tipler çoğaldı mı? Ama ben de, bu dünyada kimseye hesap verme zorunluluğu duymayan bir müslüman olarak, mevcut diyanet kurumlarına zerre güvenmiyorum. Zira camiyi de, namazı da, imamlık kadrolarını da, dini yaklaşımları da kendince bilen biriyim. Şunu rahatlıkla söylemeliyim ki, bugünkü diyanet aklıyla yurttaşlar ve özellikle de genç kuşaklar dinden soğuyor.

Sistemli cehalet

Bana, sakın bazı kanalların ekranlarına çıkan “sakız çiğnemek orucu bozar mı” şeklindeki cahil ötesi sorulara, sanki ilmi bir karşılık eriyormuş gibi ciddi cevaplar veren, ekrandan indiğinde de akla ziyan paraları cebine indiren kerameti kendinden menkulların topladığı kalabalıkları söylemeyin. Bugün dini dilinden düşürmeden nifak saçanların biri bile kucaklayıcı söyleme sahip değil.

Bir tarihçi hocamız çıksın da anlatsın, İzmir’in işgalinde, işgalciler tüm okulları “şak” diye kapattığı halde hangi “eğitim” kurumlarını kapatmadı? Ya da bir aydın kişi çıksın da anlatsın, hatırlatsın, 1980’nin cunta lideri, bazı kentlerde kürsülere çıkıp neden ısrarla “Allah’ın ipine sarılın” diye bağırdı da, yüreğinde bir damla sevgi ve vicdan yoktu?

Bugün egemen olan ne yazık ki sistemli cehalet… Çünkü Atatürk’ün hedeflediği gibi bir aydınlanma ülkesi olabilseydik, en azından salgında batan esnafın gözünün içine baka baka “Taksim Camisi'ni tamamladık” diye övünmezdik. Madem siyasette “din referansı” almaya meraklı iktidarlar 60 küsur senedir, biri çıksın da ocağı önünde kafasına sıkan kahvehanecinin sebeb-i hikmetini söylesin. Çünkü İslam’ın Hazreti Peygamber’i, eşitlik, dayanışma ve paylaşma üzre emretmişti, çünkü yüce Yaratıcı da ona öyle emretmişti. Yoksa al eline kılıcı, çık mimbere ondan sonra sağa sola hem de makamını borçlu olduğun lidere edepsizlik et ya da edepsizlik edenlere sessiz kal!

Yazdıklarım “bazı” cahil sevenleri kızdırabilir, hatta bana da “lanet” okuyabilirler. Ama unutmasınlar ben de sakin değilim. Yüzüncü yaşına yaklaşan Cumhuriyet’imin net 71 yıldır nereden nereye sürüklendiğini, Lozan’da İsmet Paşa’ya “şarlayan” İngilizin nasıl başarıya ulaştığını biliyor ve ne yazık ki yaşamak zorunda kalıyorum.

Kimse benden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e “edepsizlik” yapanlara saygı beklemesin.

***

Bazı notlarım var!

• Salı yazısını yazamayacaktım az daha, Cuma günü annem bir kaza geçirdi ve ameliyat oldu. Öğrenen ve şifa dileyen tüm dostlarıma ayrımsız minnettarım. Ama ne zaman Atatürk’e edepsizliği öğrendim, sessiz kalamadım.

• “Az Çevre Çok Şehircilik” Bakanı muhterem Kurum hazretleri ile İzmir Valisi Köşger ve beraberindekiler, tam da “sokağa çıkılmayan cumartesi günü, depremzedeleri merak buyurup teşrif etmişler mahalleme. Kaç depremzededen ne öğrendiler bilmiyorum ama, meselenin biraz farklı olduğunu duydum gibi. Bakanlığın iş verdiği firmalar, hafriyatçılara paralarını mı ödememiş? Hafriyat kamyonları şantiyeleri mi “ziyaret” etmiş? Hatta Bayraklı Emniyeti alarm mı vermiş? Sonra siyah camlı siyah lüks minibüsler mi gelmiş? Hemen iki gün sonra da Bakan Bey mi buyurmuş? Bak demedi demeyin, Ağustos’ta teslim edeceklermiş ya konutları, çok mutluymuş ya vatandaşlar? Acaba mutlu olan vatandaşlar kimler? Yahu daha kim nerede oturacak belli değil, iki de bir, bir yerlerden telefonlar geliyor mu bazı depremzedelere “sosyal medyada bir şey yazmayın kuraya gireceksiniz” diye? Peki dükkanlar kimlere verildi? Depremzede esnafın hakkı, pardon şansı var mı? Bazı “köfteciler, burgerciler, kartonkutulu kahveciler” ile iş hayatına dar gömlek, dar pantolonla ve kösele ayakkabısına çıplak ayağını sokup, saçlarını geriye doğru jöleyle tarayan, cilt bakımını da ihmal etmeyen “bir tarafın genç jenerasyonu mu” talipmiş acaba? Neyse galiba atı alan Üsküdar’ı geçti, olan oldu, depremde ölen de öldüğüyle kaldı. “Devlete teşekkür diye saçmalayanlar bilsin ki devlet, vatandaşın hizmetkarıysa “devlettir”! Müteahhitler kesinlikle siyaset yapmamalı, milletvekili olmamalı diyorum, başka da bir şey demiyorum! Bunu da unutmayın, yakında size yazacağım bir “müteahhit + vekil” hayallerini! Zira Karabağlar ve Bayraklı “operasyon” bölgesi!