Yazı Dizisi / Lütfü Dağtaş

Üniversitenin kimya bölümünü, kendi söylemiyle, “iyi derici olmak için” seçen Hasan Ağabey, 1946’da yüksek öğrenimini tamamlar ve kimya yüksek mühendisi olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde kurulmuş deri işleme merkezi Kazlıçeşme’deki baba ocağında işe başlar. Ancak daha Pertevniyal Lisesi’nde öğrenciyken ünlü tarihçi ve yazar Reşat Ekrem Koçu’dan son derece olumlu etkilendiği için tarih üzerine araştırmalar onun diğer özgün uğraş alanı olur.

Hasan Ağabey, Türk deri sektöründe eli kalem tutan aydın kişiydi ve onu yazıda çizide, dahası üniversitelerde ders verirken en üretken yıllarında tanıdım. Ağabey-kardeş olduk. Bana “el verdi” ve dericilik tarihi başta olmak üzere yaptığım araştırmalarda en büyük destekçim oldu. İlk desteğini hemen gün ışığına çıkarmalıyım:

İstanbul Beylikdüzü’nde her yıl düzenlenen uluslararası TÜYAP Deri Fuarı’nda o yıl yine karşılaştık. Sarılıp öpüştük. Hatırımı sordu. İyiyim, dedim. Sonra elini pantolon cebine sokup bir demet kağıt para çıkardı, arasından seçtiği yüzlükleri el çabukluğuyla katlayıp beyaz gömlek cebime sokuverdi. Şaşırmıştım.

-Bak Lütfü Kardeşim. Senin karatabaklarla ilgili belgesel değerdeki çok güzel fotoğraflarını biliyor ve seviyorum. Artık onları bir kitapta toplamanın zamanı geldi. Kaybolmasınlar. Sana verdiğim para baskı giderleri için avanstır. Sen bu parayı aldın ya, en kısa zamanda kitabını taslak olarak hazırlayacaksın, eminim. Çünkü sorumluluk sahibisin. Baskının tüm bedelini öğren, faturasını getir, gerisini hemen vereceğim. Hadi kolay gelsin!”

Yıllardır yaptığım bu ve benzeri çalışmaların kitap boyutunda çıkmış olması elbet en büyük düşümdü. Üstelik deri işleme ve deriden ürün yapımı Türklerde çok eskiye dayalı zanaat olmasına karşın bugüne değin tarih ağırlıklı kitap yayın çalışması nedense hiç yapılmamıştı. Oysa deri sanayinde ekmek yiyen her patrondan, “dericilik bizde ata mesleğidir” sözünü her defasında hep işitmiyor muydum. O halde kökü Anadolu’da ve Türklerin yaşamında ilkçağlara uzanacak denli eskilere dayanan bu zanaatın kültürel boyutunu çok yanıyla ortaya koymak gerekiyordu ve ben bu işe soyunmuştum.

Hasan Ağabey, yüzlük demeti gömlek cebime soktu, “ağabey ne yapıyorsunuz!” itirazlarıma aldırış etmedi, sırtımı sıvazlayıp yanımdan uzaklaştı, gitti. Sanki suç işlemiştim. Kültürel bir çalışma için avans almak açıkçası hiç de alışık olmadığım bir fanteziydi. Hemen erkekler tuvaletine yollandım. İçeride hiç kimse yoktu. Gömlek cebimdeki kağıt banknotları çıkarıp saymaya koyuldum. O zamanlar henüz Türk lirasından altı sıfır atılmamıştı. Destede tam bir milyar lira yüzlük saydım. Elimdeki fotoğraflar hazır olduğuna göre hemen bir sayfa düzenlemesi işine girişmek, fotoğraf altlarına metinler yazmak için ivedi çalışma proğramı yaptım. Hasan Ağabeye duyduğum sevgi ve saygının dışında aldığım avans gerçekten üstüme ağır bir sorumluluk yüklemişti. Böylelikle dericilikle ilgili ilk kitabım, kısa sürede İstanbul’daki Mas Matbaası’nda, Mayıs 2007’de çok şık bir albüm olarak basıldı. Albümü Hasan Ağabeye takdim ettiğimde yanaklarıma kondurduğu öpücük ödülü beni taçlandırmıştı. Bu albüm dericilik konusundaki araştırmalarımın üzerine adeta bereket yağdırdı ve aynı yılın ağustos ile kasım aylarında, “Anadolu’da Dericilik” ve “Müze ve Koleksiyonlardan Deri Eserler” adlı iki ayrı kitabım yine Mas Matbaası’nda peş peşe basıldılar.

Hasan Ağabey, Anadolu ve Türk dericiliğine ışık tutan, kurucusu olan DERİMOD firmasının Aralık 2005’te yayımladığı, “Türk Dericiliği 2400 Yaşında” kitabını bana sıcağı sıcağına şu satırları imzalayarak vermişti:

Sevgili Lütfü Dağtaş

Siz resimler ile karatabakları yaşatmaya çalışıyor ve büyük bir hizmet yapıyorsunuz. Ben de araştırmalarımla Türk dericilik tarihi geçmişini yaşatmaya uğraşıyorum. Diyelim ki ikimiz de DERİ üzerinde birleşiyoruz.

Sevgi ve saygılarımla,

Hasan Yelmen.”

Yine Hasan Ağabey, bu ilk kitabımın yayımından tam 10 yıl önce, “Kazlıçeşme’de 50 Yıl” başlığı altında yayımladığı, Aralık 1992’de basılmış kitabını bana imzalarken aynen şöyle yazmıştı:

“Sevgili Lütfü Dağtaş,

Bir yazarın diğer bir yazara en büyük hediyesi kitapları olur. Senin şiir kitabını okudum ve sevdim. Benim kitabımı okuyacağını bildiğim için sevinerek sana takdim ediyorum.

Sevgilerimle

Hasan Yelmen

3.01.993”

Hasan Ağabey, İzmir’de açtığım bir fotoğraf sergime de izleyici olarak geldiğinde, sergi defterine şu satırları karalamıştı:

“Lütfü Kardeşim

Öteden beri seni severdim. Bugün fotoğraf sergini görünce yazarlığın dışında sanatçılığını da tanımak nasip oldu. Seni candan tebrik ederim. Benden daha iyi fotoğraf çektiğini söyleyebilirim. Çeşme’den buraya kadar çok zor geldim. Sergini görünce iyi yapmışım da gelmişim diyorum. Bu işe devam et.

Sevgilerimle.

Hasan Yelmen

10.10.1992”

Şair İdris Atmaca

Şair İdris Atmaca’yı yaştım sayarım. İdris 1954’lü, ben 953’lüyüz. Çooook eskilerden arkadaşımdır. Kalabalık kent İstanbul’da kendi halinde yaşar. Şiir kitaplarının adları Sancı, Şafak Sökerken, Ekmekarası Umut, Seyir, Mayası Onur, Kapısız, Efekare, Odasız Ayna, Filmin Devamı, Peşimde Biri Var, Uzak Atlı, Kemalyeri Zeybeği diye sıralanır. Gerçekten özgün bir dili vardır, insanı alır götürür. Günlük yaşamın telâşı içerisinde ayırdına varamadığımız, varsak da ıskaladığımız renkli ayrıntıları işler. Bu yüzden İdris’in şiirlerini yeniden yeniden okuduğumda hep kırlara çıkmışım gibi duyumsarım. Yeşil dokuya yayılmış kır çiçeklerinin bin bir renk ahenkliğinde dolaşırım. Kitapların sayfalarındaki dizeler yelkencilerin aradıkları rüzgârlarla doludur. Şiirlerindeki acının, hüznün arasında umut yine de ağır basar; ağır basar sıradan insanların güzelliği. Okur, okur, okurum.

Vefa, İdris’in kimliğinin temel taşıdır. Sevdiğini, dostunu asla unutmaz. Onları yüreğinde mücevher gibi taşır. Son kitabı Sedef’i (*), bu vefadan hareketle genç yaşta yitirdikleri ailesinin gelini Belgin’e, kendi babası Mustafa ile annesi Kadınana’ya, ortak arkadaşımız Cenk Kargı’ya, ortak arkadaşımız Sema Nilgün Özdemir’in aziz hatıralarına sunar.

Kitaptaki ilk şiir, çok sevdikleri, erken yitirmeleri sonucu acısını bağırlarına bastıkları gelinleri Belgin için şöyledir:

ölüm ne ki a oğul kırmızı kanatlı kelebek

yaşamak bir teselli gibi sunulmuşken hayata

sığamazsın evlere odalara

aralık kalmış perdeler hep içimizde sırlarımız

mandallarda parmakların sızılamış bilememişiz

bozkırın ne güzel gülen kızı hangi eldesin

gelengilerin tilkilerin binlerce yıllık düşmanlığı

yeşermiş ekinler neredesin

yansır gördüğün görmediğin kaybolur gidenin gelenin

uzayan bir gölge geçer kalır gömleğinde suretin

dolabın gıcırdayan sol çekmecesi sol çekmecesi

resimde alabildiğine gülüşün belgin

az önce kalkmışsın koltuktan sıcaklığın hani

telde kırlangıçlar telde kırlangıçlar

saksılarda sardunya menekşe yeni sulanmış

çamaşırların kurumamış daha ıslak duruyor

ocakta yemeğin daha tuzuna bile bakmamışsın

salınacak eteğinde mavin yeşilin alın

yaşanır hayat gökçe çaresiz yaşanır

helvayı çaylar etli ekmekler matemini kovalar

gider evini odalarını dolduran kalabalık

acılar ağıtlar anılar silikleşir zamanla

senin gibi yıkamazlar tabakları yıkamazlar

tuzluğun biberliğin koltukların değişir yerleri

bir rüzgâr esecek dalacaksın İlyas

her gece düşecek gönlüne esmer güleç yüzü

uyu uyan orda burada sanacaksın şimdi gelecek

savrulacak eteği odalarda sevgili bir telâşeyle

yemek kokuları gelecek mutfaktan duyacaksın

bakacaksın kimsecikler yok yine dalacaksın

uzaklardan gelen korna sesleri

hekimin acele çağrılması acele çağrılması

hemşirenin gülen yüzü asık yüzü telâşı

şişesinde yarım kalmış serum damlayan parıltı

süzülen sıvı koltuk odanın ağır kokusu

kayboldu son gördükleri görmedikleri

vurulan iğnenin sancısı bedeninde dolaşan kan

son sözleri son sözleri kayboldu

hayalleri bozkırda dörtnala gidişi arkada kalan bağ

uzaklarda çok uzaklarda bir gelengi ailesi hep

bak pencereden böyleydi hayat

kayboldu odanın duvarları karardı gün

cam kayboldu arkasında koca gökyüzü

bulutlar kuşların cıvıltısı rüzgârla salınan yapraklar

perdeye düşen aydınlık dışarıdaki gürültü

masada gazete spor haberleri sürahide su

yarım kalmış tatsız tuzsuz çorba kaşığın bardağın

Arkadaşım İdris Atmaca, son şiir kitabında benimle ilgili bir sürprizle çıktığında karşıma, fırtınaya tutulmuş gemiciler gibi epey bir süre yalpaladım, yalpaladım, yalpaladım. Dizelerinden birinde adımı geçirmiş olmasıydı o sürpriz.

İdris’in şiirlerini okurken Yunan Müzisyenler Eleni Karaindrou ile Haris Alexiou’nun içli sesleriyle seslendirdikleri mavi ezgiler hep yüzüme yüzüme esen imbat olur…

(*) İdris Atmaca, Sedef. Dönence Yayıncılık, Nisan 2016, İstanbul.

YARIN: Tarık Dursun K., Kemal Özdemir