Konak Belediyesi geçtiğimiz günlerde “mübadele” temalı bir anıt heykel açtı. Keşke haberim olaydı da gideydim. Hem Abdül Batur başkanla da biraz “dedikodu” yapardım.

Mübadele Parkı ve Anıtı, çok yerinde düşünülmüş bir çalışma. Anıtı yapan sanatçılara da özel bir teşekkürüm var. Bu heykellerin fotoğrafları beni çok etkiledi. Sağ olsunlar, ellerine sağlık. İki aile düşünülmüş anıtta.

Biri Müslüman Türk diğeri Ortodoks Rum karı koca. Almışlar çuvallarını, tahta bavullarını ellerine, emperyalizmin acı faturasını ödercesine, köklerinin olduğu yerlerden “gönderiliyorlar”.

Bir aile suyun bir yanından bu yana, diğeri suyun bu yanından karşıya… Ucundan empati bile yapamayız, yüreğimiz sıkışır. Ama uğraşınca da gözlerden yaşlar akar.

Sosyal medyadan buldum fotoğrafları.

Tek tek “iki aileye de” baktım uzun uzun… Sanatçı ne anlamlı tasvir etmiş iki tarafı da. Türk ailenin erkeği, hüzünlü bir bakış atıyor geriye. Kim bilir neler düşünüyor attığı adımda. Belki babasının, belki dedesinin kabrini de bırakıp gidiyor meçhule… Küçük kızları tutamıyor gözyaşlarını. O da kim bilir, emperyalizmin pisliklerinden uzak, komşu arkadaşıyla ip atlayışını özlemiş belki de… Ya hanım kişi, geriye bakmaya çekiniyor. Çekiniyor çünkü tüm yuva mahremiyetini, anılarını almışlar elinden. Giderken bilmediği diyara, geride bıraktığı anasının kabrini, komşularının yarenliğini bir daha yaşayamayacağının bilincinde.

Ya Rum aile?

Onlar farklı mı? Emperyalizmin nifaklarına kurban ediyorlar evlerini, anılarını… Evleri, kiliseleri, kabirleri, işleri hep kayıp. Rum Hanım geriye bakmayı başarmış… Muhtemeldir ki komşularının cumbalarına bakıyor son kez. Rum Bey bakamıyor geriye, hanımına bakış atıp “ne yapalım vre, kaderimiz buymuş” der gibi.

Ama bir fotoğraf daha var…

O anlamlı anıtın orada olmasını sağlayan Konak Belediye Başkanı Abdül Batur. Benim net 30 yıldır tanıdığım güzel yürek. Başkan Batur’un tarihe merakı Narlıdere’den belliydi. O muhteşem tarihi Cem Evi’ni nasıl da onarıp müzeye çevirmişti. O müze öyle konuklar ağırladı ki, onu da sonra yazarım. Başkan Batur anıtın önünde tek başına durmuş, sanki sevgiyle karşılıyor bilmedikleri İzmir’e “yollanan” karşı yakanın canlarını. O canlar bizim canlarımız çünkü. “Hoş geldiniz” der gibi bakıyor Başkan… “Canınız yanıyor, biliyorum ama burası da yurdunuz” diyor. “Sakın ayrılık hissetmeyin, neyimiz varsa paylaşacağız” der gibi.

Başkan Batur aynı zamanda sinirli o gün… Konuşma yaparken sanki zor tutuyor kendini. Doğru ya? O “densizin” laflarına “insan” olan herkes karşı çıkar.

Diyor ki Başkan?

“Ne yazık ki, son günlerde değerlerimize sistematik şekilde saldırılar, talihsiz ve maksadını aşan, saçma sapan açıklamalar görüyoruz. Bir müftü çıkıyor, Cuma hutbesinde ‘Selanik göçmenleri Sabeyatist, aslında Müslüman değiller’ diye vaaz veriyor. Selanik göçmenleri burada! Hiçbiri bu kendini bilmez müftünün dediği gibi değil. Hepsi dinini bilen Müslüman insanlar. İnsanları ayrıştırmaya, bu şekilde yaftalamaya kimsenin hakkı yok. Bu mesnetsiz açıklamaları şiddetle kınıyor ve kabul etmiyorum. Camilerde ezan okunuyorsa bu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının sayesindedir. Ayasofya’da da bir din adamı Mustafa Kemal Atatürk’e dil uzatma gafletinde bulundu. Mustafa Kemal Atatürk bizim kırmızı çizgimizdir. Biz kardeşliğin barışın demokrasinin peşinde yürümeye devam edeceğiz. Vazgeçemediğimiz en önemli şey Atatürk’ün bize emanet ettiği Cumhuriyet. Onun çizgisinden ayrılmadan çalışmaya devam edeceğiz.”

İşte budur… O “cahillerin” Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp, İngiliz generalin önünde eğilenlerden farkı yok. Ama önce Buca’da sonra Konak’ta yükselen heykel ve anıtların, İzmir’de “doğruları” yaymada işaret olmaları lazım. Mübadele gerçeği sadece bir bavul ve bir iki acıklı hikâye değildir. Derin ve korkunç kökleri vardır. Emperyalizmin, Atatürk öldükten sonra baskıyla uydurttuğu “resmi tarihi” olduğu gibi çöpe atma zamanı geldi, geçiyor. Lakin en üzüldüğüm nokta, yaklaşan 2022’nin İzmir’de hala “farkındalık” oluşturamayışı. Tunç Soyer gibi, Abdül Batur gibi başkanlardan ricam, “resmi tarih borazanlığı” yapan felaket simsarı tiplere dikkat etmeleri.

İzmir’de güzel hareketler var… Ama nefessiz devam etmesi şart. Zira 100. yılına giderken Cumhuriyetimiz, yine “yangın yeri” sinyalleri veriyor ülkemiz.

Sanki 1900’lerin İngiliz, Alman, İtalyan ajanları yine “hortlamış da” mahalle aralarında dolaşıyor! Sanki ABD Konsolosu Horton, yine Sporting Club terasından aşağı bakıyor haince…

***

YAPANIN YANIN KÂR KALIYOR FUKARALIK ARTIYOR…

Memleket düşsün bir “video dizisi” peşine bakalım… “Cambaza bak” oyununun bu kadar fazla oynandığı kaç ülke var acaba dünyada, kâinatta? Her “olumsuzluğu” her seferinde “ilk kez yaşıyormuşuz” gibi “hissettiriyorlar” bize. Kendi dertlerimizi unuttuk, ayaküstü muhabbetlerde bile “ya izledin mi falancanın yeni videosunu?” diye soruyoruz. Ya da “vallahi sabahın köründe uyandım ilk dakikasında izledim, ya neler söyledi adam ya?”

“Susurluk skandalını” aydınlatamayan ülkem, şimdi olan bitene neden bu kadar şaşırıyor? “Siyaset+Ticaret+Medya+Diyanet+Emniyet” ilk kez mi bu kadar “laçka birliktelik” yaşıyor? Susurluk’ta kamyona çarpan lüks otomobilde manav ve kasap mı vardı?

Tansu Çiller’li, Mesut Yılmaz’lı, Necmettin Erbakan’lı, Genel Kurmay Başkanlı, Çevik Bir’li, Aydın Doğan’lı falan yıllarda olan biteni ne çabuk unuttuk?

Özal dönemindeki “prensleri” ve “papatyaları” ve tabii ki “hayali ihracatçıları” da unuttuk değil mi? Ya Süleyman Demirel’in yeğenleri?

Bu ülkede neden bu kadar ilgi gördü “Cesur Yürek Miroğlu” ile “Kurtlar Vadisi’nin baronları” ve “Süleyman Çakır-Polat Alemdar” ikilisi?

Yahu bu ülkede on yıllardır, yargının yavaş işlemesi yüzünden “tahsilatçılar” çoğalmadı mı?

Her mahallede bir “abi” ya da “dayı” yok muydu?

Geçin siz bunları geçin, on yıllardır ne olursa olsun “yapanın yanına kar kaldığı” için bugün öyle bir duyarsızlık içine düştük ki, adam videolarında yaşı 100’e dayanmış Cumhuriyet’imizin iltihaplanan yaralarını açıyor, biz ekran başında çiğdem çitliyoruz neredeyse?

Ben size “harbi” olaylar yazayım mı?

Bir pazar yeri. Bazı tezgâhlar arasındaki boşluklarda plastik bidonlar. Tezgâh üzerinde örneğin 5 liraya satılan ürünün, ezik kötü olanı bu bidonlara atılıyor. Bazı esnaf bu bidondakileri de 1 liraya satıyor. Temel tüketim ürünlerindeki fiyat artışlarını yaşıyoruz. Havra Sokağı’nda kırık peynir, kırık yumurta satışları ilgisini çekmiyor değil mi “büyüklerimizin”?

Onlar sıkışınca “Fırat kıyısında kaybolan kuzuyu” anlatır değil mi, ya da hangi nehirse işte?

Milli Piyango, tüpçü ailesine geçtikten sonra, “online oyunlar” açtı internette. Beş lirayla bir milyon lira kazanmaya çalışanların sayısı benim çevremde çok arttı. Ya Facebook üzerinden reklamları yapılan “casino” oyunları? Çoğu dolandırıcı olsa da, kim bilir kaç vatandaş kaç lirasını kaybetti oralarda.

Bizim Milli Piyango’dan acaba var mıdır 5 lirayla 1 milyon kazanan?

Gençlerin umutsuzlukları, yuvalardaki huzursuzluklar, kredi düşkünlüğü ve kredi kartı harcamalarının yoğunluğu acaba “sosyal felaketimizin” ayak sesleri mi?

Şair Tevfik Fikret 1912’de “Han-ı Yağma” diye bir şiir kaleme almıştı. Tam 109 yıl önceki “siyaset” ortamını yazmıştı koca şair.

İşte o şiiri okumanızı rica ediyorum şimdi. Bulun Google’den okuyun. Ne demişti Fikret?

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”

Siz bırakın onu bunu… 200 yıldır “yapanın yanına kâr kalıyor” bu ülkede. Siz kendinize, ailenize, sağlığınıza bakın.

***

ÖZGÜRLÜK BAŞA BELA (!)

Bugün Cuma…

Eski zamanlarda, gündeme “Damlacık” düşmemişken, ben Naime ablamın evini bilmezken, Binali Yıldırım “tiz tünel açılaaaa” dememişken, Davutoğlu Ahmet Efendi tünelin kurdelesini kesmemişken yani… Her Cuma ekranda yayını açarken pek keyifli olurdum, gündem kasvetli olsa da, mümkün olduğunca haftanın son yayınını “keyifle” yapıp, izleyenleri güzelce hazırlamak isterdim hafta sonuna.

Başlığa da bakıp şaşırmayın. “Özgürce yazmak” ne yazık ki ülkemde büyük risk oldu. Lakin konuşmak ve yazmak hayatımın son 35 yılını kapsıyor ve ödediğim bedellerin hepsini hatırlıyorum. Okuyucularımın içinde ilginç kişiler var, insanca tavsiyem, yüzüme karşı söyleyemeyeceklerini ardımdan söylemesinler. Zira bu kente dair konuşmak için en az “35 yıl” sokaklarında dolaşmak lazım, çok kitap okumak lazım!

“Özgürlük” başıma “bela da” olsa bazen, vazgeçmeye hiç niyetim yok!

***

SALI’YA…

Bayraklı’daki yıkımlar Allah’a emanet sürüyor. Ne denetim var ne de yurttaşa saygı. Ben yazınca başta Vali Bey’im olmak üzere kızanlar artıyor. Umurumda değil. Size salıya “Hayalet Bayraklı” yazacağım. Vali Bey'e yine rica edeceğim. Bayraklı Belediyesi'ne de bir istek yapacağım. Bakalım ne olacak? Bayraklı’nın AK Parti ve CHP ilçe örgütleri, Bayraklı’daki haykırışlara kulaklarını tamamen tıkamış. Neden bilemem. Lakin bir çift kelamım var ki, zaman hızlı akıyor.