Bu yıl 19 Mayıs’a denk gelemedi yazı günüm. Zaten karar verdim gazete yönetimine öneride bulunacağım, tarihi anlamı olan günlerde ekstra yazayım. Çünkü heyecanın doruğunu yakalayıp kalemimi tamamen serbest bırakmak istiyorum.

Tarihi anlamı olan günleri sulandıranların ölülerine de dirilerine de velhasıl alayına yürümek istiyorum. Diyorum ya “her ölmüşe rahmet dilemek zorunda değilim” arkadaş.

Tam 102 yıl önce, yüreğinde “İzmir’in işgali” acısıyla yola çıkmış #EbediLiderim Mustafa Kemal Paşa. Yanında da bir avuç yurtsever. Tam tamına 3 yıl 3 ay 20 gün sonra da yine İzmir’de büyük zafere imzasını atmış.

Devrimler yapmış; saltanatı, hilafeti kaldırmış. Yeni ve aydınlık bir toplum oluşturmuş. “Ulusal Egemenlik” kavramının içini doldurarak hem de kan ve canlarla, bilinç küçük yaşlarda oluşsun diye “çocuklara” emanet etmiş. Sonra belki de Sivas’ta kendine aslanlar gibi diklenen Doktor Hikmet Bey’i düşünmüş. Hikmet Bey gencecik tıbbiyeli. Adı konmuş “Bağımsızlık ve Ulusal Egemenlik” mücadelesinde, öyle Amerika mandası falan anlamazmış. Koca Paşa’ya “yok öyle” demiş. “Sen de tamam dersen sana da karşı dururuz!”

Mustafa Kemal Paşa bu… Gençliğini “istibdada karşı” diklenerek geçirmiş. Hiç “tamam” der mi “mandaya” falan.

İşte belki de yıllar sonra ulusal egemenliğe çocuk yaşta sahip çıkanların, gençliklerinde de delikanlı birer koruyucu olacaklarını anlamış. Anlamış ki “doğum günüm” dediği 19 Mayıs’ın ruhunu da “gençliğe” bırakmış.

Bırakmış ve demiş ki kadrosuna: “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.” Çünkü Gazi Paşa “bilgiyle” donananlara asla boyunduruk vurulamayacağını, hele hele böyle gençlere despotça hükmedilemeyeceğini biliyormuş. Bildiği için de demiş ki: “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit bilimdir, fendir.”

ELİNİZİ VİCDANINIZA KOYUN

Bu yıl 102. yıldönümüydü 19 Mayıs 1919’un.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gerek savaş zamanı gerekse devrimler sürecinde söylediklerini, o dönemlerdeki “kadrolarının” çok çok iyi anladıklarını oldum olası sanmıyorum. Mustafa Kemal sağlam temel atmış ama, o temel sağlam kalsa da üzerine inşa edilen binalar çok fazla “kentsel yenilemeye” tabi tutulmuş.

Elinizi vicdanınıza koyun, bildiğiniz kadar düşünün. 19 Mayıs ya da 29 Ekim “farkındalığı”, Atatürk’ün sağlığındaki gibi yaşanmış mı bunca yıl?

1938-1946 arası, 1946-1960 arası, 1960-1980 arası, 1980-2002 arası ve 2002’den bu yana “şer kırılmalar” hiç mi dikkat çekmemiş?

Bugün özellikle Cumhuriyet Tarihi’nin “özel günleri” hep “ezberden” okunan “şiirler “gibi. Üzerine bir de sosyal medya çıktı, tamam. Yaz iki satır, kutladın mı “ha kutladım”.

23 Nisanlar’da “bugün 23 Nisan neşe doluyor insan” diye bağırt çocukları, ellerine de bir şeker bir karamela ver olsun bitsin. 19 Mayıs’ta ise bir konser, iki güzel söz ve tabii ki “gençliğe güveniyoruz” desin 40 yaş üstü “mevki makam sahipleri” tamam. Ne yaptın? “Ulusal bayram kutladım!” İyi o zaman kutlu olsun.

Oysa Gazi Paşa ölmeden öyle sözler söylemiş ki, bunların çoğu ölümünden sonraki dönemlerde, kırılmalarda hep ders kitaplarından dahi çıkarılmış. Bakın ne demiş Atatürk: "Efendiler! Yeryüzündeki uzak görüşlü devlet adamları için her zaman göz önünde tutulması gereken bir gerçek vardır: Fikirler zorla ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez. Hassas bir millete karşı uygulanan zalimane muamelelerin, onu daha ziyade güçlendirdiği denenmiştir.''

Son en büyük darbeyi de hem de “Atatürk’ün adını” dilinden düşürmeden “12 Eylülcüler” vurmuş. Eğitimden kültüre Atatürk ve mücadelesi yavaş yavaş silinmiş. 2002 sonrası ise bugün de dahil neredeyse tarih sıfırlanacak ve zaman 1919 öncesine dönecek.

Oysa sağlığında vurgulamış olası tehlikeleri belki de. Demiş ki onca uyarı sözünün bir tanesinde: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”

Cumhuriyetimiz de 100. yaşına basacak iki yıl sonra.

Söyleyin bana dostlar Atatürk’ün hangi fikri “anlaşıldı” hangi “duygusu” hissedildi öldüğünden bu yana?

Gençlik Bayramı 102 yaşında ama gençlerimizin hallerine bakın. Onlar bizim gözbebeklerimiz, çocuklarımız değil mi? En son Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine reva görülen zulmün açıklaması nedir biri söylesin?

Her yıl binlerce genç mezun “ortada kalıyor”. Torpili olmazsa “ekmeğini kazanma” şansını yakalayamıyor. Yakından tanıdığım pek çok genç, üniversite ikinci sınıftan itibaren yurt dışına gitme yollarını aramaya başlıyor. Genç evliler çocuk sahibi olmak istemiyor. Evlerde babalarından harçlık isteyemeyen o kadar çok gencimiz var ki… Ve o kadar çok eğitimli, donanımlı gencimiz cahil ve menfaatçi “patronların” zulmü altındaki. Bana bu konuda hiçbir siyasetçi laf edemez. Bu kara baht, Atatürk öldükten sonra ilmek ilmek dokundu başımıza kara çorap gibi.

VE SON TEHLİKE…

Dünya internet dünyası… Türkiye’de kendini “şeyhülislam” sanan “altın sırmalı cüppeli” bir diyanet işleri var ama sosyal gerçeklerin birine bile vakıf değil maşallah! Elinde kılıç habire Ayasofya minberine çıkan Diyanet Başkanı, memlekette “bahis oyunlarının” nasıl arttığını zerre bilmiyor. Gençlik bayramında bu yazılır mı ama, umutsuz kalan, elindeki beş lirayla bir milyon lira kazanabileceğini sanıp, kredi kartıyla bu sitelerde para kaybeden, arada kazanınca da ufak ufak, daha çok kazanacağına inanıp onu da kaybeden o kadar çok genç biliyorum ki. Rakam bilmem ama hissettiğim bu bahis alışkanlığı bu kadar yaygın değildi ve kaybedilen paralar nerelere, kimlere gidiyor bilmiyorum.

102 yıl önce Bandırma Vapuru Samsun iskelesine yanaştığında, Anadolu’da tüm ekonomik kaleler “padişah onaylı” emperyalist çetenin elindeydi. Askeri işgal de başlamıştı. Kemal Paşa vapurdan indiğinde, beyninde “ya istiklal ya ölüm” parolası vardı. Açık söyleyim, planlı “direniş” Kemal Paşa ile başladı.

102 yıl sonra ise ben soruyorum işte: Bugünleri hissederek belki de onca uyarı yapmış sağlığında. Yapmasaydı, gitmeseydi Samsun’a, vermeseydi mücadele, sarayda otursaydı, damat falan olsaydı padişaha. Gerçekten ne olurdu ki? En azından daha uzun yaşamaz mıydı? Mondros’u imzalamış devlet, İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan oraya buraya dalıyor. Memleketin bütün “kaleleri” ve “tersanelerine” girilmiş. Hatta millet de “fakrü zaruret içinde harap bitap” düşmüş.

Ne olurdu acaba olmasaydı “Millî Mücadele”?

Belki Hasan Tahsin de “Hukuk-u Beşer’i” İyonya Prensliği Basın İlan Kurumu’ndan aldığı “resmî duyurularla” çıkarmaya devam eder, işgalden güya memnun olmayan ama işleri güçleri bozulmasın diye de ses çıkarmayanlarla birlikte her sabah Sporting Kulüp’te kahve içerdi. Akşamları da giderdi İngiliz ajanı dostu Arthur Efendi’yle birlikte “Niko’nun Meyhanesi’nde” atardı iki kadeh “memleket kurtarırdı”!

Ya o aziz şehit Miralay Fethi Bey? Deseydi “Zito” ne olurdu? O kadar da diyenler oldu o gün. En fazla biraz hırpalanırdı. Vali ile Paşa da hırpalandı sonuçta. Sonra o da rütbe alır yaşardı.

Ama tarih böyle bir şey işte. Bakın Mustafa Kemal Paşa 1925’te İzmir’e geldiğinde, Sanatlar Mektebi öğrencileriyle fotoğraf çektirmişti. O fotoğrafa bakın şimdi. Hangi gencin, çocuğun gözünde şimdiki gibi umutsuz bakışlar var? Dürüst olun ama…

Eğer Mustafa Kemal’in fikirleri, duyguları ölümünden sonra gerçekten anlaşılmış olsaydı, bugün bu mutsuz ve umutsuzluk egemen olmazdı gençlerimizin üzerinde.

Yine de rehberimiz Mustafa Kemal… Haykırarak okuyalım “Gençliğe Hitabı” … Ve haykırarak söyleyelim o marşı:

“Dağ başını duman almış

Gümüş dere durmaz akar

Güneş ufuktan şimdi doğar

Yürüyelim arkadaşlar!”