Cuma günü yazmadım yazımı, özür diliyorum. Fakat yoğunluğum fazla. Sürekli okuyorum bugünlerde. Bazı projelerde de geçiyor zamanım.

İzmir’in öyle büyük bir derdi var ki, konuşulmuyor, araştırılmıyor, dikkat çekmiyor. Makamı ne olursa olsun kimse kusura bakmasın, acıdır ki hâkim olan kibir, üst yönetimlerle halk arasına öyle cahil ve bencil kadrolar koymuş ki, halk devleti, devlet halkı anlamaktan gün geçtikçe uzaklaşıyor.

Son yazımda demiştim “ben tarih değil tarihe yazıyorum” diye. Tarihten ders alma zorunluluğu kadar, tarihe doğru kayıt koyma zorunluluğu da var. “Birileri” ısrarla “tahribatla” uğraşırken ben de naçizane gayrı resmi “tahrirat” yapıyorum işte.

30 Ekim 2020’de deprem felaketi yaşadı İzmir. Bayraklı en acı anları yaşadı, onlarca insanı can verdi, sakat kaldı. Evsiz kalanlar, çeyizini kaybeden genç kızlar, emekli ikramiyesiyle iki göz evini alıp ömrünün sonuna yelken açmış yaşlılar, ekmek teknesi dükkanını tamamen kaybedip “başa dönen” esnaf derken Bayraklı öyle bir şoka girdi ki...

İlk zamanlar devlet, belediye, hayır kuruluşları falan herkes Bayraklı'daydı. Şekerler, çikolatalar, sıcak yemekler, lokmalar dağıtıldı durdu her gün. İstanbul televizyonları vicdandan yoksun, sadece çok izleyici kapmak için sadece timsah gözyaşları döktü. Cumhurbaşkanı, Bakanlar, Vali, Başkanlar geldi, izledi olan biteni.

Ölen öldü, yiten yitti.

Ve ardından gelen büyük yalnızlık, çaresizlik.

Açıkça söylüyorum Vali Köşger'in yüreğine lafım yok, ama ne yazık ki “atanmış” olması nedeniyle olacak hep “tek taraflı” kaldı. Şehircilik Bakanlığı’nın dolaylı ve doğrudan zulümlerine sessiz kaldı. Vali Bey’e saygım ve sempatim çoktu. Kapısına gelen ayrımsız herkesi kabul eden Valinin, itiraz edenleri de dinleyeceğini sanıyordum, yanılmışım. O da ülkemizdeki “tek kanallı” iletişime kapılmış demek ki.

İzmir milletvekillerine gelince, ne yazık ki söylemleri de ilgileri de yüzeysel ve geçiciydi. İzmir milletvekillerinin, özellikle şu sıralar sahada olmaları, olan biteni an be an takip etmeleri gerekirken, deprem yaşamış yurttaşların yaşadığı zulümlere hem bilgisiz ve ilgisiz kaldılar.

Belediye Başkanları ise yüreklerini koydular ortaya. Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, depremin olduğu ilk andan itibaren yürek ilgisini esirgemedi. Halkın sevgisini kazandı ayrımsız. Bakan ve Vali her ne kadar Başkanı yanlarında istemeseler, yanlış yaklaşımları tercih etseler de Tunç Soyer, sabırla bir oldu depremzedelerle.

Yerel Basın ne kadar ilgiliyse, kendini “ulusal” sayan ama İstanbul’un sesi olan “medya” o kadar vicdansız, saygısız ve ilgisizdi. Hala da öyle. En son Fox TV, depremzedelerden mesaj aldığını söylediği an hayvan haklarına geçti ve reklamla bülteni bitirdi. Keşke İzmir’in on yıl önceki gibi televizyonları olsaydı. Keşke televizyonlarda halkın “dinlediği” yayıncılar kalsaydı.

Bayraklı Belediye Başkanı Serdar Sandal ve kadrosu ise ilk zamanlar ne kadar ilgiliyse şu aralar yurttaşların hafriyat ve inşaat firmalarının zalimliklerine karşı sessiz. Yetki, sorumluluk konularına girmiyorum. Ben sokağın havasını yansıtıyorum. İnanmayan çıkar araştırır. Ama “sen ben bizim oğlan” değil.

Deprem Bayraklı’da can aldı ama zararı tüm İzmir’de hissedildi. Ağır, orta, küçük hasarlı yüzlerce bina var bugün İzmir’de, Konak, Karabağlar, Karşıyaka, Buca falan hep hasarlı binaları barındırıyor Bayraklı gibi. Depremin üzerinden 7 ay geçti. Deprem ardından başlayan “hafriyat” çalışmaları yeni boyut kazandı. Hem de nasıl. Hayalet mahalleler oluşan Bayraklı bir yana Karabağlar, Karşıyaka ve Konak’ta da hasarlı binaların yıkımı başladı. Her şeyi eline yüzüne bulaştıran Şehircilik Bakanlığı ve onun İzmir teşkilatı, bu yıkım çalışmalarında tamamen insanlık dışı ne varsa hepsini yurttaşlarına reva görüyor. Şu aralar kentsel dönüşüm çalışmaları da hız kazandı. Havalar ısınıyor, yaz geliyor. Lakin hafriyatçılar yıkım yaptıkları yerlerde, sağlam binalarda oturan yurttaşlara hayatı zehrediyor. Vali Köşger’e göre bunları dile getirmek doğru değil, bu yıkımlara karşı çıkanlar Vali beyin gözünde “konforuna düşkünler.” İstediği gibi düşünsün Vali beyim, sonuçta “hükümetin tayin ettiği bir vali”. Tabii ki bakanının yanında olacak. Şahsen ben haftalarca mücadele ettim, elimde var sıfır. Karşı olduğum yıkım değil, yıkımın şekli, yöntemi.

Bakanlığın görev verdiği firmalar, düşman ordusu gibi giriyor mahalleye. Öyle yıkımlar yapıyorlar ki ne kural var ne nizam. Keyfi yol kapatma, yeşil alan işgali, zarar ziyan, ağaç katliamı hep bunlarda. İnşaat ve hafriyat firmaları kadar insana zulüm yapan kaç düzen vardır bilemiyorum. Yurttaşlar toz içinde kalsınlar, gürültüden uyumasınlar, bebekler ağlasın, yaşlılar hasta olsun, ambulans gelemesin ama hafriyat ve inşaat firmaları çalışsın. Ne güzel İzmir ama?

Bu firmalar cüreti kimden alıyorlar bilemem. Ama devleti “takmadıkları” çok belli. Devletin belirlediği çalışma saatlerine uymadıkları gibi, bazen de keyfi olarak gürültülü işleri geceye bırakıyorlar. Örneğin, enkaz ya da toprak nakliyesi geceleri yapılıyor. İddiaları da “yolların boş” olması. Vatandaşı “aptal” yerine koymakta da mahirler. Salgın yüzünden kapanma olduğunu bile unutuyorlar.

İlçe belediyeleri, ilçe emniyetleri bunların “muhatabı” değil. Hatta açık açık da söylüyorlar “bizim muhatabımız Ankara” diye. Bayraklı’da “dönen dolap” yakında polisiye hadiseler de yaratırsa Vali Bey şaşırmasın.

Son örnek Karabağlar

Geçtiğimiz cuma günü Esenyalı mahallesinde bir bina yıkılacak. Hafriyat firması keyfine göre canavar araçlarıyla gelmiş. Mahallede herkes evinde, hava sıcak ve pencereler açık insanlar balkonlarda. Birden akla hayale sığmayacak bir gürültü, ardından da toz bulutu.

Uykudaki bebekler uyanıp ağlıyor, deprem oldu korkusuyla insanlar evlerinden çıkıyor ve tozdan birer Noel Babaya dönüşüyor. Araçların üzerinde üç karış toz. İtiraz eden vatandaş muhatap bulamıyor. Firma ciddiye bile almıyor. “Yıkarım kardeşim sana mı soracağım” diyor. İnsan hakları falan yerlerde. Vatandaş polisi arıyor “benim işim değil” cevabı alıyor. Karabağlar Belediyesi “haberim yok ilgileneceğim” diyor. Ben tesadüfen twitterde görüyorum. Cevap yazıyorum ama CHP’li meclis üyesi Can Ersoy’u da arıyorum. Can Bey derhal ilgileniyor ve saat 18.47’de bana “ekipler gitti, cezai işlem mümkün olur” mesajı yolluyor bir fotoğrafla. Can Ersoy gibi kaç meclis üyesi var acaba İzmir’de? Ama bu zulüm “anlık” duruyor.

Depreme karşı yıllardır kıpırdama, rezerv alanlarını oluşturma, vatandaşları rezerv konutlara taşıyıp doğru düzgün binalar yapma ama şimdi deprem oldu diye, inşaat ve hafriyat firmaları para kazansın diye mahalle aralarında huzur bırakma zulmedilmesine de seyirci ol!

Vallahi hiç kusura bakılmasın durum budur.

Yok mu yıkım işinin bir nizamı? Yok mu yıkım mahallinde yaşayan insanları tozdan, zarardan koruma yöntemleri? Yahu zaten havalar ısınıyor, bir de üzerine salgından abuk sabuk bir kapanma süreci. İş polisiye olaylara mı dönsün, onu mu istiyor İzmir’in atanmışları, yoksa toplu göçe sevk edip İzmir’i başka türlü “ham yapma” amacı mı var “birilerinde”!

Evet sert yazdım... Çünkü yaşayan bilir ben de yaşıyorum. Bir sonraki yazımda “müteahhitsever” hükümetimize bazı önerilerim olacak. Biliyorum ki zerre de umurlarında olmayacak. Ama dedim “tarih yazmıyorum” ben “tarihe kayıt düşüyorum”!

***

BİRKAÇ TANE DAHA CEM BEY OLSA

Çok uzun zaman oldu yüzünü göremeyeli, sesini duymayalı. Ama haberlerini alıyorum. Normalde iş dünyasıyla aram hiç iyi olmadı benim. Hayat amacını “maddiyata” “kâr ve zarara” odaklayanlarla anlaşamadım hiç. İş adamı, iş kadını deyimi de bana hep “zorlama” geldi. Ne yani bazıları “iş insanı da” diğerleri “ne insanı”? Ama Cem Bakioğlu benim en sevdiğim, en insani görüştüğüm “patrondu”. Artık sadece rüyalarıma giren rahmetli EGE TV’nun sahibi, güleryüzlü patronuydu.

Ama Cem Bakioğlu’nun iş insanlığı dışında, sanayiciliği dışında çok az “patronda” olan farkı vardı. Cem Bakioğlu doğaya aşıktı. Topraktan gelen insanın, toprağa döneceği şuurunu hiç unutmamıştı. Ağaçlara meftundu. Toprağa tutkuluydu. Belki de bu yüzden nazardan uzak hep başarılı oldu. Toprağa ve ağaca aşkı, ona bir de vakıf kurdurmuştu 1995’te.

“Ege Orman Vakfı” siyset üstü yaklaşımla, durmadan yorulmadan ağaç dikti durdu. Ormanlar, korular yaptı. Yapıp da dikip de bırakmadı ama kaderine, başında durdu suyun verdi, gözledi. Cem Bakioğlu dün bir uyarı yaptı. Bilmiyorum ki kaç kişi okudu, dikkate aldı, Cem beyi arayıp “haklısın koca patron” dedi? Ama anlaşılan Cem Bakioğlu’da “tarihe kayıt düşürme” peşinde.

“Günümüzde, tüm dünyayı tehdit eden bir boyuta gelen küresel iklim krizi çağımızın en önemli sorunu haline gelmiştir. Çoğunlukla insan faaliyetleri sonucu atmosfere salınan karbondioksit gazının miktarını ifade eden karbon emisyonları bu krizin en önemli sebebidir” diyor Cem Bey. Düşünün bu sözleri kaç “patron” eder Allah aşkına? Karadeniz’i yerle bir etmeye çalışan müteahhidin maceralarını izlerken hem de. Bizim gördüğümüz “patronlar” doğayı sevmez, ağacı sevmez, bitkiyi ve denizi sevmez. Onlar sadece “parayı” sever, yalan mı?

“Eğer tehlikeli iklim değişimlerinden kaçınmak istiyorsak, bizim acil olarak küresel ekonomiyi düşük karbonluya çevirmemiz gerekmektedir. Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Sekretaryasına sunduğu ulusal katkı beyanında, 2030 yılı itibarıyla baz senaryoda öngörülmüş olan 1.175 milyon ton karbondioksit (CO2) eşdeğeri sera gazını %21 oranında azaltımla 929 milyon ton karbondioksit (CO2) eşdeğerine indirmeyi hedeflediğini beyan etmiştir. Düşük karbon ekonomisine geçiş için İş dünyası, STK’lar ve kamu iş birliği ile bu konuda daha hızlı aksiyon alınarak uygulamaya geçilmelidir” demiş Ege Orman Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Cem Bakioğlu.

Ayrıntıları www.egeorman.org.tr adresinde okuyabilirsiniz. Ama şunu söylemem gerekir ki, Vali Bey irtibata geçmeli Cem Bey’le. Ama kentsel dönüşümdü, yıkımdı, hafriyattı diye ortalığı toza bulayanlara bir şey söylemeden de olmaz değil mi? Dünyanın başı belada gerçekten. Ve bu belayı destekleyenlerle mücadele de zorunlu bence.

Allah’tan arada Cem Bey gibi insanlar çıkıyor da umutsuzluğa düşmüyoruz.