Yazmıştım, yine yazayım. Bendeniz 'tarih' yazmıyorum, iddialıyım 'tarihe' yazıyorum. Herkesin dilinde şu 'kültür' kelimesi… 'Kültür' kelimesiyle bakanlık, müdürlükler, temsilcilikler, ataşelikler var… 'Kültür adamı' ya da 'kültür kadını' veya hiç anlamadığım 'kültür duayeni' de var… Kültür sayfaları, kültür programları da var… Ama galiba yaşı 10 bin yıla yürüyen İzmir’de 'kültür' pek anlaşılamadı

Derin, çok derin bir konu bu. Belki çok uzun araştırıp öyle yazmak gerekiyordu ama bendeniz bu köşede daha çok aklıma takılan, cevap aradığım “içinde İzmir olan” soruları yazıyorum. Bazen tarihten çıkıyorum yola, bazen yaşanmışlıklardan. Bazen okurlarım cevap veriyor, bazen benim sorularıma soru ekleyip geri yolluyor. Ama erkân-ı devlet hep susuyor, iş dünyası hep susuyor, siyaset çevresi zaten kendi konuşup kendi dinliyor. Lakin sorulara yanıt bulamadıkça, yeni sorular da eklenince ben isyana dönüyorum… Kimin umurunda olup olmayacağının da önemi yok. Yazmıştım, yine yazayım. Bendeniz “tarih” yazmıyorum, iddialıyım “tarihe” yazıyorum.

Herkesin dilinde şu “kültür” kelimesi…

“Kültür” kelimesiyle bakanlık, müdürlükler, temsilcilikler, ataşelikler var…

“Kültür adamı” ya da “kültür kadını” veya hiç anlamadığım “kültür duayeni” de var…

Kültür sayfaları, kültür programları da var…

Ama galiba yaşı 10 bin yıla yürüyen İzmir’de “kültür” pek anlaşılamadı. Vallahi ortama bakınca ben de anlayamıyorum.

Kültür “yerel mi” yoksa “evrensel mi” diye anlamsız sorular soranlar çoğalıyor İzmir’de. Ama “İzmir” derken, sanmayın ki coğrafi olarak “İzmir Vilayet” sınırları diyorum. Bazı muhteremler, sokak arası “kafe barlarda” kültür ve İzmir’i yanyana getirirken sadece Kordon ve civarını söylüyorlar. Buna şimdi de hafiften “Damlacık’ı” da eklediler, hatta fuar alanını da tam aptalca, Avrupa ülkelerindeki adıyla müsemma ünlü dev parklarla mukayese de ediyorlar. Hani sanırsınız, hep birlikte bir zaman makinesinden geçtik de, tarihler 1900-1910 falan… Hazır “meşrutiyet” ilan edilmiş yeniden de, herkeste bir sevinç bir şamata, birdenbire özgürlük havası esiyor…

Dikkat ettiyseniz yazının başlığına “(1)” koydum. Bu yazının iki ve üçüncü bölümleri de olacak. Hedefim de tamamıyla İzmir sermayesi… Açıkçası İzmir’de ne kadar iş insanı varsa, örgütü, odası, borsası varsa iyi niyetle “öz eleştiriye” davet edeceğim.

Neden “kültür” konusunda her şey belediyelerden, hükumetlerden bekleniyor? Neden İzmir sermayesi kültür konusunda çok “pinti”? Yakışıyor mu İzmir gibi binlerce yıllık bir kente?

Bekleyin neler anlatacağım size…

****

EFENDİLER! FAYLAR UYANMIŞ, DUYDUNUZ MU?

17 Ağustos 1999’un üzerinden 22 koca yıl geçmiş…

30 Ekim 2020’nin üzerinden ise 8 ay.

Her depremden sonra memleketimin tüm saygın bilim adamları günlerce uyardı, durdu. Ama 1999’dan bu yana ne yazık ki genelde de, yerelde de dişe dokunur bir çalışma yapılmadı. Varsa yapıldı diyen, arasın beni anlatsın. Ama sorularıma da doğru ve kızmadan cevap versin.

1999 depremi sonrası toplanan paralarla, mesela İstanbul’un kaçta kaçı kentsel dönüşüme sokuldu ve yurttaşlar huzurla güvenli yapılara nakledildi?

Peki, 1999 depreminden sonra İzmir’in hâl-i pürmelâli ne oldu? Hangi “raporlar” sümen altı edildi? Hangi caddelere doğru düzgün bakıldı? Balçova Ata, Buca Menderes, Hatay İnönü, Mithatpaşa, Karşıyaka Yalı, Yeşilyurt Ordu, Bornova Mustafa Kemal caddelerinde mesela, bina yaş ortalaması nedir ve 1999 sonrası kaçı yıkılıp düzgünce yapıldı?

Bunun olmadığını da 30 Ekim’de Bayraklı’da acı olarak yaşadık değil mi?

Şehircilik Bakanlığı vatandaşı borca sokmak peşinde, Büyükşehir Belediyesi ise ucuz krediyle vatandaşla güven vermeye çalışıyor. Peki de tam 22 yıl bu! Son 22 yıldır Ankara’da mevki, makam sahibi muhteremlerin içinde gerçekten “Allah korkusu” yokmuş ki anladık!

Deprem rezerv alanları nerede? Kentsel dönüşüm yapılacak ada ve parsellerde oturanların geçici nakledileceği toplu konutlar nerede?

AKP Milletvekili Necip Nasır, geçenlerde Büyükşehir Belediyesi’nin yeni İmar Yönetmeliği’ni değerlendirmiş. Necip Bey’i tanırım, “inşaat işlerinin” ustasıdır. Ama yukarıdaki sorularıma, görsem de cevap istesem.

Bugün adım atılsa 22 yılın boşluğu acaba kaç yılda dolar? Lakin bilim korkutmaya başladı yine. Saygın bilim insanı Dokuz Eylül Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hasan Sözbilir, geçen gün Yeni Asır’a konuşmuş. Sözbilir hoca her platformda görevini yapıyor, uyarı üzerine uyarı yapıyor.

“Seferihisar Fayı'nın 3 bin yıla yakın zamandır kırılmayıp yıkıcı deprem üretme zamanının yaklaştığı anlaşıldı. Milattan sonra 178'de meydana gelen yıkıcı depremin Tuzla Fayı'ndan kaynaklandığı saptandı. Buna göre Tuzla Fayı'nın 1843 yıldır yıkıcı deprem üretmediği ve ortalama 2000 yıl olan deprem üretme aralığı süresinin dolmak üzere olduğu belirlendi. Bu iki fayın etki alanındaki Bornova, Bayraklı, Urla, Gülbahçe, Menderes, Gümüldür, Özdere, Gaziemir, Buca ilçelerinde kentsel dönüşüm çalışmalarına hız verilmeli." demiş hocamız.

Peki çözüm?

Adı “Şehircilik” olan Bakanlık ve onun İzmir’deki kibirli müdürlüğü, her türlü siyasi hırsı bir yana bırakıp, müteahhit gruplarını değil bilimi dinlemeli. İzmir Valiliği “belediye-hükumet kurumu” ayrımı yapmadan “gerçeklere” kulak vermeli.

Sözbilir Hocamız 178 yılındaki depremi hatırlatmış. Ben de 1688 depremini hatırlatayım. Başta Valilik olmak üzere, Şehircilik Müdürü falan bilmiyorlarsa arasınlar beni, onlara APİKAM Kent Kitapları içinden yayımlanmış, Melih Tınal hocamızın “İzmir Depremleri” kitabını yollayayım. Okusunlar da “gerçek bir korkunç depremi” hissetsinler.

****

ŞU 'MAFYA İŞLERİ' VAR YA?

Her ne kadar son günlerde hararet düşse de, memlekette devam eden bir “mafya-siyaset-medya-ticaret” tartışması devam ediyor. O bir şey diyor, beriki cevap veriyor, ekranlarda, köşelerde herkes bir şeyler yazıyor, konuşuyor. İddialar, doğrular, yalanlar birbirine karışmış. Ama benim de emin olduğum şu ki, Türkiye kurulduktan sonra bir noktadan itibaren “emeksiz yemek” meraklılarının arenası olmuş. Olmuşu bir yana, sürü sepet neredeyse tüm televizyonlarda da dizi film yapılıp, yıllarca izlenme rekoru kırılmış.

Yeşilçam’ın eski filmlerinde de vardı “racon kesenler”… Ama bu “racon kesenler”, filmin sonunda mutlaka filmin “iyi adamı” tarafından “adalete” veya “imama” teslim ediliyordu. Lakin 1990’larla bu “farklılaştı”. Özellikle Show TV’nin dizilerini hatırlıyorum da, aman Allah’ım, “Deli Yürek” değil miydi “istihbarat-kabadayı-mafya” birlikteliği sergileyen? Hatırlasanıza “Dayı Bey” mi ne vardı hani?

Sonra da “Kurtlar Vadisi”… Artık iyice “kurumsallaşan” ve “iyi adam kılığındaki” uluslararası “kötü adamların” çabaları değil miydi? Hele Kurtlar Vadisi’nde bir bölüm hatırlıyorum ki, unutamam. Bir “Emmi” vardı, emekli olunca kabadayılıktan, kahvehane işletiyordu. “Müezzin Ömer Baba” vardı Polat’ın “babalığı”. “Avukat” Elif. Bir de “çok kötü adam Şevko”. Hatırladınız mı? İşte bu Şevko, “baronlardan” izinli, bazı yurttaşların evlerine “çökmeye” çalışıyordu. Ama bu evlerin sahipleri de “Avukat Elif’ten” yardım istemişlerdi. O da “Ömer Baba’ya” gitmiş, birlikte “Emmi’den” yardım istemeye koyulmuşlardı.

Hatırladınız değil mi?

Bir mafya, vatandaşların evlerine çökmeye çalışıyor, hukuk insan olan bir avukat, devletten, kanunlardan değil, emekli de olsa başka bir “mafyadan” yardım istiyordu. Ha bu arada, kötü adamın çökmeye çalıştığı evler de ilginç. O evler 6-7 Eylül 1955’de yaşanan utanç verici olaylardan sonra İstanbul’u terk zorunda kalan Rum yurttaşların evleri.

Kurtlar Vadisi, 2003 yılında izleyicilerle buluştu. 18 yıl önce yani.

Türkiye televizyonlarında çok izlenenlerdendir “mafya dizileri”. Bazı roller “iyi mafya” bazıları “kötü mafya”.  Yargının, emniyetin, sosyal yardımlaşmanın falan üzerinde bir güç izletiliyor hepimize yıllardır yani.

Hatta öyle ilginç ki, bir kişi, yanında bilmem kaç kişi. Bir yeri basıyorlar, saatlerce çatışıyorlar, onlarca insan ölüyor ama sonra ellerini kollarını sallayarak gidip, kebapçıda yemek yiyorlar. Onca zaman çatışırken ne bir polis, ne bir jandarma kamera kadrajına girmiyor! Hatta yanlış hatırlamıyorsam, Kurtlar Vadisi’nin bir bölümünde bir de Cumhuriyet Savcısı şehit edilmişti.

Ben psikoloji uzmanı değilim. Sosyolog da değilim. Bu en çok izlenen dizilerin, çocuklar, gençler ve mahalleler üzerindeki etkisini bilemem ama mesela “Sıfır Bir Adana” ve “Çukur” inanılmaz bir hayran kitlesi yarattı.

Haydi, çıkalım şimdi işin içinden… Ortalıkta Allah’ın sıcağında siyah gömlek, pantolon, ceket ve ayakkabıyla dolaşan insanlar.

Eskiden “devletten” çekinilirdi, kanuna saygı hâkimdi…

Şimdi?

İşte onu bana değil, 12 Eylül 1980’den sonra “makam sahibi” olan kim varsa onlara soracaksınız!