Hazırlayan/ Yaşar Aksoy

“İlk Kurşun Anıtı’na karşı çıkanlar şu iddialarda bulundu: İlk kurşunu Saatçı Aziz attı.. Hasan Tahsin evinde öldü.. İlk kurşunu bir Rum attı.. Germencikli İbrahim, ilk kurşunu sıktı.. Bir hapishane kaçkını bu işi becerdi.. Arap Rasim attı.. İlk kurşunu Hasan Tahsin atmış olsa bile, Atatürk’ten büyük değildir. Bu anıt dikilemez. Dikilse bile bu anıt, Atatürk için dikilmeli”.

“İlk Kurşun Anıtı’na karşı çıkan eski belediye başkanları tarihi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Tarihi belgeleri hiç incelemeden, Hasan Tahsin’den söz eden belgeleri, kitapları, romanları okumadan bu gayretkeşliğe girmişlerdi. Oysa anıtın tek isim üzerine inşa edilmesini anıt kampanyasını yürütenler de istemiyordu, anıt anonim olacaktı, ancak şehit gazeteci bir sembol olarak öne çıkacaktı”.

Ünlü bir atasözü vardır: “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir..” derler.. Hasan Tahsin 15 Mayıs 1919’da ilk direnişi bir Türk gibi başlatmıştı. Ama yıllar geçtikten sonra gerisini getiremeyecektik galiba.. “Derin Tarih” dergisinin Aralık 2019 tarihli sayısında ileri sürülen suçlama, iftira ve iddiaların, tarihin derinliklerinde yer alan bir geçmişi vardır... Dönelim İlk Kurşun Anıtı’nın dikilmesi için İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin bir kampanya başlattığı döneme..

1- İzmir’i Yunanistan’a hediye eden Paris Barış Konferansı, 5 - 12 Mayıs 1919 tarihleri arsında gerçekleşti.

Hasan Tahsin’i yok etme kampanyası da, işte tam bu dönemde başladı..

22 Ocak 1973 günü İzmir’in eski beş belediye başkanı adına bir basın toplantısı yapan Dr.Behçet Uz, işgal günü her meslekten yüzlerce kişinin şehit edildiğini ileri sürerek, “Sadece Hasan Tahsin için bir anıt dikilmesini” kınadı. Reşat Leblebicioğlu, Hulusi Selek, Enver Dündar Başar ve Selahattin Akçiçek adına konuşan Behçet Uz ayrıca Hasan Tahsin’e “Anıt Adam” adını verilmesini de doğru bulmadığını belirterek şöyle dedi:

“.. Milli Mücadelede biz, yalnız bir anıt adam tanırız. O kişi, Atatürk’tür. Onun dışında milli mücadelenin sayısız kahramanları ve mücahitleri vardır. Ancak anıt sıfatı sadece Atatürk’e layıktır. Şehit Hasan Tahsin için bu sıfatın kullanılması ölçüsüz ve mübalağalı bir davranışı ifade eder. İzmir’de 15 Mayıs 1919’u yaşatacak bir anıt, bütün şehitlerin hatırasını kapsayan nitelikte sembolik bir eser olmalıdır. Bir meslek teşekkülü olarak İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin o gün şehit edilenler arasında bulunan bir meslektaşlarının hatırasını canlı tutma yolundaki gayretlerini takdirle karşılarız. Ancak işgal günü şehit edilenlerin yüzlerce kişi olduğu, tek kişiden ibaret bulunmadığını da belirtmek isteriz. İşgal gününü dillendirecek bir anıt, bütün şehitlerden habersiz, fakat onlardan sadece biri adına yükseltildiği takdirde, şehitlerimizin ruhları bundan azap duyacaklardır..”

İzmir’ emekleri geçmiş beş eski belediye başkanı böylece dikilmesi planlanan anıta karşı çıktılar. Sadece beş kişi de değillerdi. Arkalarında bazı guruplar vardı. Hasan Tahsin’e yeminli düşman olan, şehit gazetecinin işgal günü evinde keyif çatarken öldürüldüğünü ileri süren Av.Necdet Öklem isimli eski bir baro başkanı da otoriter şekilde gurubun arkasında yer alıyor ve protesto hareketini organize ediyordu.

Anıta neden karşı çıkıldı?

Bizce birkaç ihtimal söz konusuydu:

Sayın eski belediye başkaları tarihi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Tarihi belgeleri hiç incelemeden, Hasan Tahsin’den söz eden kitapları, romanları okumadan bu gayretkeşliğe girmişlerdi. Çünkü anıtın tek isim üzerine inşa edilmesini anıt kampanyasını yürütenler de istemiyordu, anıt anonim olacaktı, ancak şehit gazeteci bir sembol olarak öne çıkacaktı.

Belki de, milli bünyemizde daima mevcut kıskançlıktan kaynaklanan engelleyici psikoloji, anıtı istemiyordu.

Hasan Tahsin’in “Bolşevik” olduğu iddiaları tamamen mesnetsiz ve yalan olmasına rağmen, sağ eğilimli başkanlar bu propagandadan etkilenmişlerdi.

En acısı ki, gönüllerimiz son ihtimalin olamayacağı konusunda dilekte bulunuyordu. O da, bir düşman propagandasının başkanlara yansıtılmasıydı. Gaflet böylece ortaya çıkmıştı.

Tam da İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülen Konak Meydanı’na bir direniş anıtı dikme kampanyası en faal döneminde iken, böyle bir polemik çok zararlı olabilirdi.

O esnada uzaklarda Doğu Anadolu’da karlar içinde Asteğmen olarak görev yerimizde bulunduğumuzdan bu üzücü propagandalara yanıt verebilme olanağımız yoktu. Ancak İzmir’de görevli hukuk akademisyeni Doç.Dr. Bilge Umar’ın Dr.Behçet Uz’u insafa davet eden 25 Ocak 1973 tarihli Yeni Asır’da çıkan akademik yazısı, İzmir’den yurdun öte ucuna ulaştığı zaman sevincimiz sonsuzdu. Çünkü anıtı sudan bahanelerle durdurabilirler ve bu durumda Yunan Ordusu’nu İzmir’e çağıran İzmir Rum Metropoliti Papaz Hrisostomos’un heykelini, Pire’ye, Atina Nea Simirni’ye dikenler böylece sevinçten göbek atarlardı.

Yedi ayrı iddia

Ama bir süre sonra durulacağını sandığımız engelleme propagandası daha şiddetle devam etti. İddialar peşi sıra geliyordu. Hasan Tahsin gerçekte, dönmeydi, yani Yahudi asıllıydı, karanlık bir provatördü, dahası ilk kurşunu atmamıştı, sahte bir kahramandı, kimdi belli bile değildi, belki de hiç yaşamamıştı, zaten ismi bile sahte idi. İddialar genelde yedi bölümde ileri sürülüyordu:

İlk kurşunu Saatçı Aziz attı.

Hasan Tahsin evinde öldü

İlk kurşunu bir Rum attı

Germencikli İbrahim, ilk kurşunu sıktı

Bir hapishane kaçkını bu işi becerdi

Arap Rasim attı

İlk kurşunu Hasan Tahsin atmış olsa bile, Atatürk’ten büyük değildir. Bu anıt dikilemez. Dikilse bile bu anıt, Atatürk için dikilmeli.

Bu iddiaları bilimsel yöntemlerle süzgeçten geçirmeliydik. Bilimsel düşünce düşüncenin bilime, yani nesnel ve evrensel bilgiye olan yakınlığıdır. Bilimsel anlayış, gerçek nesnelere “doğa olaylarına” uygulanan eleştirici anlayışla özdeştir. Bilimsel araştırmanı amacı ise, araştırılan konuyu duygusal dürtülerle değil, kulaktan dolma dedikodularla hiç değil, bilimsel yöntemlerle analiz edip gerçeğe ulaşmak ve sonucu somut olarak ortaya koymaktır. Böylece her iddiayı teker teker ele almamız gerekmekteydi.

Saatçı Aziz kimdi?

Bu konuda iddiacı olanlar, Celal Bayar’ın “Bende Yazdım” isimli eserinin 2.cildindeki pasajları gösterirler. Kitaba göre, merhum gazeteci Ahenkçi Şevki, Celal Bayar’a yazdığı mektupta şöyle demişti:

“.. Müfreze, meydanlığı deniz tarafından kışlanın kapısı önüne aktı. Orada birkaç saniyelik duraklamadan sonra yoluna devam ederek, Askeri Kıraathanenin köşesinden tramvay caddesine döndü ve hapishaneye doğru gitti. Bu anda Birinci Kordon’dan kışla meydanına ikinci bir Efzon müfrezesi dahil oldu. Bu müfreze de tıpkı birinci müfreze gibi kışlanın kapısı önüne geldi. Orada birkaç saniye durduktan sonra Kemeraltı Caddesi’ne doğru yol almaya başladı. İşte bu müfrezenin önünde, siyah elbiseli, siyah şapkalı oldukça gösterişli iri bir sivil alemdar vardır. Elindeki Yunan bayrağını kah yukarı, kah aşağı indirip kaldırıyor ve müfrezenin yürüyüşüne nizam veriyordu.

Alemdarın rehberlik ettiği müfreze tam Askeri kıraathane köşesinden sağa dönerken Hükümet Konağı’nın kapısı önüne ve içine toplanmış olan vatandaş arasından atılan bir silah sesi kulakları çınlattı. Bir an içinde müfrezenin önündeki siyah şapkalı, iri yapılı alemdar yüzükoyun yere yuvarlandı, müfreze ve halk birbirine karıştı. Herkes aklına gelen tarafa kaçmaya başladı. Bir iki saniyelik zamana sığan bu karışıklıktan nefsimi korumak için süratle Kemeraltı caddesine döndüğüm sırada, o zaman Ragıp Paşa Oteli’ne bitişik küçük dükkanda saatçilikle meşgul olan Aziz Efendi’nin tabancasını cebine yerleştirmeye çalıştığı, hiç telaş etmeden Kemeraltı caddesine doğru yürümeye başladığı gözüme ilişti.

O hoşsohbet kendi halinde, mütevazi, vatansever bir Türk’tü.. Hakiki bir “Aziz” idi. O kalp, vatanın bağrına basan düşmanın gururunu hazmedememiş ve alemdarına layık olduğu cezayı vermişti. Hadiseler yatıştıktan sonra kendisini gizlice tebrike şitap ettiğim zaman benden dileği şu oldu: - Aramızda kalsın.. Kendi milletimizden de kimse duymasın. Vazifemi yaptım. Benden ummazlar diye korku duymuyorum”.

Ahenkçi Şevki Bey’in ilk kurşunu attığını görmeden ileri sürdüğü Saatçi Aziz Efendi’nin eylemini, mektupla Celal Bayar’a ilettiğini tekrar edelim. Kalabalık içinden ateş edeni, Ahenkçi Şevki Bey görmemiştir. Zaten kendisi de gördüm demiyor.

Oysa ki, Aziz Efendi’nin silahını ateşlediği gerçektir. O da tıpkı Hasan Tahsin gibi işgal dakikalarında silahına sarılan ve ateş eden bir vatanseverdir. Ama ilk olarak direnişe geçen değildir. Çünkü tanınmış gazeteci Naci Sadullah Danış, kendisine verilen yeğeni Gavur Mümin’in (Ünlü Türk casusu Mümin Aksoy) yazılı hatıralarından İzmir’in işgali bölümünü Tarih Dünyası dergisinin 1 Mart 1965 tarihli 4 sayılı nüshasında yayınladı. Bu hatırata göre, ilk direniş eylemi Saatçi Aziz’in silahına sarılmasından dakikalar önce Pasaport sahilinde gazeteci Hasan Tahsin tarafından gerçekleştirilmişti, daha sonra ise Konak’ta Saatçı Aziz’in silahına sarılmış ve silahını ateşlemiştir; Gavur Mümin’in hatıratında geçen bu tanıklık, daha sonra bir çok tanıklar ve belgelerle kuvvetlendirilmiştir.

İlk kurşunu bir rum mu attı?

Bir başka iddia ise, Yunan ordusuna ilk kurşunu bir Rum’un attığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler, iki belgeye dayanıyorlar.

Belge 1: İşgalden hemen sonra bir Türk subayı ile Yunan İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiriu arasında geçen konuşma, sonradan Osmanlı Harbiye Nezaretine gönderilen bir raporda nakledilmiştir. Bu raporda belirtildiğine göre, Yunan subayı Türk subayını olaylar sebebiyle suçlayınca, Türk subayı da ilk kurşunun bir Rum tarafından atıldığını ileri sürmüştür.

Belge 2: “Kuruluştan Kurtuluşa İzmir” isimli kitabın yazarı Mehmet Okurer, kitabının 173’üncü sayfasında, “Ordumuzun Zafer Kitabeleri” isimli bir eserden pasajlar nakletmektedir. 1925 yılında basılan bu eserin “Mucizevi Hak” başlığını taşıyan kısmında bir hatırattan (İstanbul, s.81-82) söz edilmektedir. Kimin söylediği veya yazdığı belli olmayan bu hatıratta şunlar belirtilmektedir:

“.. Yunan topçu zabiti ve işgal komutanı yaveri Panayot Kerakaris, “Tek silah patlarsa, şehri yakarım” demişti. Bu tek silah, Yunan bayrağı kışlanın önünden geçerken patladı. O esnada orada bulanan bir gazete müvezii, bu silahı Giritli bir Rum’un attığını görmüş ve bunu yeminlerle anlatmıştı..”

Ancak aynı Mehmet Okurer, aynı kitabının 175. Sayfasında ise yine kaynağını belirtmediği bir hatırattan şu notu düşmüştür:

“..Öncüdeki Efzon taburu, üstü otel ve altı kahve olan ve adına Askeri Otel denilen binanın önüne geldiği vakit, otelden bir silahın patladığı işitildi. Bu silah sesi üzerine tekmil Efzon taburu yüz geri ederek darmadağın rıhtımdaki toplanma noktasına doğru kaçmaya başladı. Bu kaçış görülmeye değerdi. Efzonların püskülleri ufki bir vaziyette arkalarında üşüşüyordu. Bu silahın Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de orada Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor”.

İlk kurşunu bir Rum’un attığı iddiası, o günler savunma psikolojisi içindeki Türkler tarafından savunuldu ve bu söylem İstanbul’a gönderilen resmi raporlara geçti.

Yunan yönetimi, ilk kurşun olayından dolayı Türk ve Müslüman ahaliye hınç içindedir. Her an çok daha büyük katliamlara yol açabilecek olan bu intikam duygusunun giderilmesi için, Türklerin böyle bir iddiada bulunarak, olayların geçiştirilmesini istemeleri doğaldır. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini göbek atarak kutlayan Rum ahalinin içinden birisinin kendi ordusu telakki ettiği Yunan askeri birliklerine ateş etmesi hangi mantıkla izah edilebilir?.. Belki havaya ateş eden bir Rum’un ayağının kayması sonucunda sıktığı kurşun, tam da bayraktarın alnına yapışmıştır. Bilemiyoruz, o anda, o Rum’un yanında değildik (!)..

Hapishane kaçkını mı attı?

Diğer bir iddia ise, ilk kurşunun “Hapishaneden kaçan meçhul biri” tarafından atıldığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler Rahmi Apak’ın “İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?” isimli eserini kaynak olarak gösterirler. Rahmi Apak, ismini belirtmediği bir tanıktan dinlediği olayı şöyle anlatır:

“.. Yunan Alayı, tam askeri mahfel önüne geldiği zaman hapisten yeni kurtulup çıkmış olduğunu sandığım, genç, uzun ve yağız bir delikanlı sokağın başına çömeldi. Nişan aldı, daha ilk kurşunda Efzon Alayının sancağını taşıyan uzun boylu, heykel gibi bir Yunan erini, yani sancaktarı yere düşürdü. Yunan sancakçısı kurşunu alnından yemişti. Ben bu manzarayı Hükümetin üst kat penceresinden seyrediyordum. Yağız Türk nişancısı daha dört, beş kurşun yani mavzerin mekanizma muhteviyatını boşaltı. Yunan bölükleri rıhtıma doğru kaçtılar. Sonra orada tekrar toplanıp mevzie girdiler. Yağız delikanlı beş kurşundan sonra sokağa daldı. İki üç yüz metre ilerledi. Sonra işittiğime göre tekrar çömelmiş ve sokak boyunca Yunanlıların üzerine atış yapmakta devam etmiş, cephanesi tükenmiş. O esnada civar evin penceresinden bakan yaşlı bir Türk kadınına dönerek, “.. Nine gördün ya, yarın ahrette şahidim ol, kurşunum cephanem tükendi. Geri gidiyorum” demiş ve kaybolmuş..”

Bu olayda, görgü şahidinin, hapishane kaçkınının ve yaşlı ninenin kimlikleri belli değildir. Sanki bir film senaryosu karşısındayız. Yere çömelerek tüfeğini ateşleyen ve Yunan sancaktarını vuran hapishane kaçkını meçhul kişi, başka hiçbir belgede veya tanık ifadesinde geçmemektedir.

Bu şahsın civardaki evin penceresinden sanki resmigeçit seyreder gibi sokağa bakan bir nineyle, hem de o dehşet verici saniyeler içinde sohbet etmesi, bu hatırata senaryo havası vermektedir. Ayrıca nine ile konuştuktan sonra sokağın içine doğru kaçan bu delikanlının kurtuluştan sonra ortaya çıkıp, “Yunan bayraktarını ben vurdum!” demesi, eğer İzmir’in kurtuluşundan önce vefat etmiş ise, ailesine veya dostlarına bu olayı anlatması gerekir.

Bu bakımdan o müthiş olaylar içinde Hükümet Konağı’nın üst penceresinden veya halk içinden Yunan birliklerine bakan kimi gözler, Saatçi Aziz Efendi’nin siluetini, bir delikanlı gibi görmüş olabilir. Veya o anda silahına sarılan birçok Türk gibi yere çömelerek ateş eden bu delikanlı da bu gurupların içinde bulunmuş olabilir. Ama bu iddianın bir dedikodu olduğu apaçık bellidir.

İddialara devam edeceğiz..

Yarın: İddiaların hepsi hayal ürünü