Uyuyoruz uyanıyoruz “hesap kitap”, çarşıya, markete, pazara gidiyoruz “hesap kitap”, sohbet ediyoruz, konu “hesap kitap, gelir, gider, borç, alacak”. Bakıyorum şimdi “zengin tuzu kurular da”, 20 yıldır iktidara laf söyletmeyenler de “hesap kitap” diyor. “Kaygılıyız” diyor…

Toplayabilsem karşıma bu efendileri soracağım: “Hayırdır inşallah beyler? Ne oluyor?”

Olan biten bir şey yok aslında. Sadece “deniz bitti” ve “sözün de noktalandığı” yerdeyiz. Hani sanki bir şeylerin “uzatmalarındayız” hep birlikte. Türkiye koca bir gemi, batma tehlikesi var diyor “bazı efendiler”. Sanki “gemi batsa” filikalara önce onlar binmeyecek. Bırakın siz o filmlerdeki “önce çocuklar ve kadınlar” teranesini. Yok öyle bir şey. Türkiye’de ne zaman “azınlık” vicdanını önde tutmuş da “çoğunluğun” yaşamsal kaygılarına kulak vermiş? Asırlardır böyle bu durum.

Hatta 2 bin yıldır böyle.

Üstelik de iyice sıkışınca dini, diyaneti, inancı kullanırlar “çoğunluk” üzerinde.

Daha önce yazmıştım, yine hatırlatmak istedim. Halk bir ekmek için “hesap kitap” yapıp, ülke genelinde “ucuz ekmek” satış yerleri önünde kuyruk oluşturuyor. Ama bizim camilerde sadece “sabır” telkini var en üst düzeyde. Hatta ayetler, sureler, hadisler de söylenip, aç kalmanın sevap anlamında olduğu bile söyleniyor. Prof. Dr. Suat Çağlayan hocamızın İzelman yayınlarından çıkan kitabı “Umutlar Yarım Kaldı, Aristonikos” romanına götüreyim sizi yine. Pergamon Kralı Eumenes’in, kardeşi Attalos’a bakın ne demiş:

“Babam, geçim sıkıntısını unutturarak halkı oyalamanın iki yolu olduğunu söylemişti bana: İlki spor ve eğlence olanaklarını artırmak, bundan daha önemli olan diğer yol ise, yaşanan sefaletin tanrılardan geldiğine halkı inandırmak! Özellikle de Pergamon’un alt sınıflarında tanrılara bağlılık fazla olduğundan, bu kesimleri yazgıya inanmalarını ve tanrılara tapınmalarını artırmak için çok sayıda tapınak yapmalıyız. Rahipler ve kâhinler bularak halkın tapınaklara daha çok gitmelerini sağlamalıyız”

Nasıl?

İnanın zaman değişse de “oyunlar” değişmiyor. Önümüz 31 Aralık, bakın bakalım “azınlık” nasıl haber olacak “boyalı medyada”. Hani sanırsınız ki millet olarak asırlardır “yılbaşı partisiz” ve de “hindisiz” girmiyoruz yeni yıla?

Devletin tepesinden en aşağısına kadar tek korku var “azınlık yer çoğunluk bakarsa” kopacak “kıyamet”. Asgari ücret 10 bin lira olsa ne yazar? O 10 bin liranın hükmü ne kadar sürer? Ama nasılsa asırlardır kanmayı siyaset sayan biz halk, bir iki tepki koyar sonra da değişen gündeme eyvallah çakarız yalan mı?

Asıl kaygı verici durumlara göz kapıyoruz. Milletimizi “ucuz işçi” yapmak, vatandaşımız kışlık giyeceğe uzaktan bakarken, yabancıların üçer beşer almalarıyla sevinmek, limanları, arazileri, binaları, konutları yabancılara satmayı “başarı” saymak nasıl bir aklın ürünüdür? Allah aşkına söyleyin bana?

“Gafil gezen şaşkınların” her gün o “uzaktan kumandalı” ekranlarda haykırmaları ne kadar çaredir market alışverişlerimizde? Onlar haykırdıkça etin mi, sütün mü fiyatı düşüyor? Dolar ve Euro mu değer kaybediyor?

Kimse kusura bakmasın “tuvalet kâğıdı” fiyatlarına yapılan zammı “konu” edip, “kitap fiyatlarındaki” yükselişi önemli görmeyenler “irade” sahibi oldukça, bizde kriz eksilmez.

İnsani değerleri yitirmişiz, yeni ve duygusuz dijital alemin kurallarıyla kandırılmaya ses çıkarmıyoruz.

Göreceğiz bakalım “yeni” olan yılda neleri “yeni” yaşayacağız?

***

DIŞ 'MİHRAKLAR MI' YOKSA DIŞ 'MİNNAKLAR MI'?

Farkında değiller “komik” olduklarının…

Farkında değiller, söylediklerine artık kimsenin inanmadığının.

Bir süre önce duymuştum “dış minnaklar” sözünü. Önce “yanlış mı söyleniyor” diye düşündüm ama mesele öyle değil. Hemen her başarısızlıklarını “dış mihraklara” bağlayan siyasetçilerle dalga geçme parolası olmuş bu söz. Dikkatinizi çekiyor mu bilemem ama iktidarın her çeşit mensupları, duymak istemedikleri her sözde ya suskunluğa bürünüyorlar ya da inanılmaz küfür ve hakaretlerle “ifade özgürlüğü” yaşıyorlar. Hele olay sosyal medyada yaşandığında bu kez “tehditler de” giriyor devreye. Sıkıştıklarında da yine aynı kelam “istemezdim böyle demeyi, bana bunları dış mihraklar söyletti, yazdırdı!”

Ekonomi, kötü mü? Dış mihraklar yüzünden…

Siyaset kötü mü? Dış mihraklar yüzünden…

E sen necisin? Cevap yok!

Cevap olmadığında da devreye özellikle gençlerimizin o muhteşem zekâları giriyor işte.

“Dış mihraklar” yok “dış minnaklar” var!

Aslında “iç minnaklar da” var. Mesela “gerekirse simit yiyelim…” diye cümleler kuran “üstün akıllılar”. Dalga mı geçiyorlar, yağcılığın dayanılmaz keyfini mi sürüyorlar anlamadım? Anladığım, bunların alayı “bizden” değil. Hepsi de kaliteli, profesyonel “iç minnak”!

Gülelim o halde…

***

'YOKUŞ' BENİ ÇAĞIRIYOR

Tam zamanı aslında. Bu hafta zaman ayırıp gideceğim. Büyüdüğüm mahalle şimdi “tiyatro” oldu. Önce Akın hocamı ziyaret edeceğim. Sonra da o size hep bahsettiğim yokuştan inip Altınpark’a geleceğim. Orhan Beşikçi ağabeyimle, soğuk havada sıcak çay sohbeti yapacağım.

Zamanıdır…

O garip, mahzun yokuşta neler yaşandı neler son iki asırdır? Ama değişmeyen sadece “fakir fukaralık, garip gurabalık”. Oralarda hayat sadece gündüzleri yaşanırdı bilir misiniz? Geceleri uzun olurdu. Erkenden yenen yemekler ve hemen uyku. Çünkü “ekmek parası” sağlam bedenle kazanılırdı. Ama o yokuşun insanları, bayraklarına, topraklarına bağlı, gerekirse şehitlik mertebesine koşarak giderken, “ekmek parası” hakları, geceleri ışıltılı âlemlerde bitmez keyiflerle sürenlerin sömürüsündeymiş.

En son yokuştan indiğimde. “Kimseye etmem şikâyet” diyordu yorgun duvarlar.

Bakalım bu kez kulağıma ne fısıldayacaklar?

***

KUBİLAY ÖĞRETMEN YAŞASAYDI?

İki gün sonra 23 Aralık. 1930’un soğuğunda, bir Salı günü canını verdi Asteğmen Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay. On yıllardır tartışılıp duruyor. Ama tek gerçek, iğrenç gerekçelerle gencecik bir öğretmen subay vekilinin “başının kesilmesi” suretiyle şehadeti. Can verdiğinde 24 yaşındaydı.

Çocukluğum her 23 Aralık’ta Menemen’de geçti. Uzun zamandır gitmiyorum, gitmeyeceğim bu yıl da. Çünkü kimse kusura bakmasın, son yıllarda pek bir “sulandırıldı” bu olay. Anıtına ziyaretler, beyanatlar, etkinlikler bana “yetmiyor”. Eksik hatta yanlış geliyor.

Bu olay tarih boyunca, dinsel gericiliğin nasıl profesyonelce kullanıldığını, zaman değişse de yöntemin asla değişmediğini hissettiriyor bana. Kubilay olayı gibi, 31 Mart gibi, İzmir Suikastı, Maraş, Çorum katliamları gibi, Sivas Madımak vahşeti gibi ve hatta şu “FETÖ” denen sürecin etkinlik yılları gibi. Anadolu’da “din inancı” neden bu kadar kolay “kullanılıyor” acaba?

24 yaşında böyle can veren bir “öğretmen”, ölmeseydi de yaralı kurtulsaydı acaba ne olurdu? Eğer daha sonra yaşaması “mümkün olsaydı” neler anlatırdı? Yıllardır kafamın içinde öyle sorular var ki? Dönem gazeteleri, makaleler, kitaplar derken ben ayrıntılara yeterince bakılmadı diye düşünüyorum.

Gerçekten yaşasaydı Kubilay, söyleyim mi ne olurdu? Yaşına bakılmaksızın bir kere “Ergenekon’dan” içeri alınırdı. Hatta “bir numara” bile denilebilirdi. İşte o zaman kahrından ölürdü Kubilay!