MURAT BÜYÜKYILMAZ

Tarım sezonunun salgın koşullarında açılmasıyla birlikte, hem üreticilerin hem de tüketicilerin isyan derecesine varan tepkileri de yeniden ekranlara ve haberlere yansımaya başladı. Üretim maliyetleri üstesinden gelinemez derecede ağırlaşmaya devam ettikçe, ürünlerini yok pahasına satmak zorunla kalan çiftçiler umutsuzluğa sürükleniyor, yoksullaşıyor; üretemez hale geliyor. Zaten işsizlik ve yoksullukla yaşama tutunmaya çalışan geniş toplum kesimleri ise gıda enflasyonu karşısında beslenme ihtiyaçlarını karşılayamaz, gıdaya erişemez hale düşüyor.

Bir önceki yazımızda, bu koşulların bir gıda krizine sürüklendiğimizi açıkça ortaya koyduğunu söylemiş; yerel yönetimlerin yardım ve dayanışma faaliyetlerinin her ne kadar olumlu ve faydalı olsalar da yetersiz olduğuna değinmiştik. Gıda krizinin, “muhtaçlara yardımla” aşılamayacağını öne sürmüştük.

Peki gıda krizini nasıl aşabiliriz?

Bir krizin, ancak krizi tetikleyen eğilimleri hesaba katan bir çözüm stratejisiyle aşılabileceğini biliyorsak; gıda krizine kaynaklık eden temel eğilimleri ortaya koymamız gerekiyor.

Tarım ve gıda alanındaki krizi bir önceki yazımızda özetlediğimiz için; şimdi genel bir “tarım ve gıda krizinin temel tarifi” ile tartışmaya devam edebiliriz sanıyorum. Tarım ve gıda krizinin temel sebebi, bu alanın temel ve değişmez iki unsuru olan çiftçiler/üreticiler ve tüketicilerin, tarım ve gıda alanındaki üretim süreçlerinde söz ve karar hakkının olmayışı olarak özetlenebilir. Ve bir de bu üretim alanının, çiftçileri/üreticileri ve tüketicileri dışlayan kapitalist üretim pratikleri üzerinden işleyişini eklemek gerekiyor.

Krizin temelini böyle ortaya koyduğumuzda, çözümü ortaya koymak da mümkün hale geliyor. Demek ki çiftçilerin/üreticilerin ve tüketicilerin söz ve karar hakkına sahip olduğu, kapitalist üretim pratiklerinden giderek bağımsızlaşan bir tarım ve gıda sistemi; gıda krizini ortadan kaldırabilir.

Yukarıda kabaca tarif ettiğimiz, çiftçileri/üreticileri ve tüketicileri dışlayan kapitalist tarım ve gıda pratiklerine alternatifi Gıda Egemenliği olarak adlandırıyoruz.

Gıda Egemenliği, halkın ve yerel toplulukların ekolojik ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen; sağlıklı, kültürel olarak uygun gıdalara sahip olma ve kendi gıda, tarım sistemlerini ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkına sahip olmalarıdır.

Türkiye’de gelen olarak bir mücadele başlığı olan ve giderek daha fazla insanın ve kurumun sahiplendiği Gıda Egemenliği, artık hayata geçirilmesi gereken bir tarım ve gıda stratejisi olarak karşımızda duruyor.

İster merkezi devlet kurumları, ister yerel iktidarlar, isterse de sivil toplum kuruluşlar olsun, her kim ki Türkiye’de içerisine sürüklendiğimiz tarım ve gıda krizine karşı çözüm üretmek, çözümün parçası olmak istiyor; o zaman Gıda Egemenliği’ne destek vermek, hayata geçirilmesine katkı sunmak durumunda. Aksi “muhtaçlara yardım” siyasetinden ibaret kalacaktır.

Gıda Egemenliği nasıl hayata geçecek?

Dünyada farklı düzlemlerde Gıda Egemenliği mücadelesi sürüyor; çiftçiler/üreticiler ve yurttaşlar, kamu desteğinden de güç alarak çeşitli ölçeklerde yol alıyor, tarım ve gıda krizine sebep olan kapitalist gıda sisteminin ötesine geçiyor.

Ancak Türkiye açısından konuşacak olursak, devlet yokmuşçasına hareket etmek durumundayız, en azından devlet olanaklarının toplum için kullanılacağı günlere kadar. Yani Gıda Egemenliği mücadelesi yerel yönetimlerden alınan kamusal destekle birlikte sivil bir yaşam mücadelesi olarak inşa edilmeli.

Burada her ne kadar sivil bir mücadelenin gerekliliğinden bahsetsek de aslında sivil topluma alan açan bir yerel yönetim anlayışından ve tarzından bahsediyoruz.

Gıda Egemenliği’nin hayata geçirilmesinde ilk adım olarak bir toplumsal mekanda tanımlı Gıda Egemenliği Eylem Planı'nın hazırlanmasından bahsedebiliriz. Kırsal veya kırsal olmayan fark etmeksizin her yerel yönetimin Gıda Egemenliği Eylem Planı'nı, o yerelliğin özgünlüğüne göre inşa etmesi gerekiyor. Daha sonra ayrıntılandırmak üzere şimdilik devam edelim.

Gıda Egemenliğinin hayata geçirilmesinde adım adım…

Tarım ve gıda alanında üretimin karar ve usullerinde çiftçilerin/üreticilerin ve türeticileşen tüketicilerin esas alınması, hazırlanacak Gıda Egemenliği Eylem Planı’nın hayata geçmesinin en önemli noktasını oluşturuyor. Eğer bir yerel mekanın çıkarılacak tarım ve gıda haritası üzerinden Gıda Egemenliği Eylem Planı oluşturulacaksa, bunun ilk adımı çiftçiler/üreticiler ve türeticileşen tüketicilerle organize edilecek buluşmalar olmalıdır. Basit sorular, köklü sorunları bir çırpıda ortaya serebilir, hatta çözümü işaret edebilir: Karnımızı nasıl doyuracağız? Bu soruya verdiğimiz kolektif yanıtlar, Gıda Egemenliği’ni nasıl hayata geçireceğimizi de anlatacak aslında.

Yeniden yerel yönetimlerin sivil topluma alan açmasına geri dönecek olursak; elbette ölçeğine göre farklılaşan tarzlarda, yerel yönetimlerin başka pek çok alanda sürdürdükleri faaliyetlere benzer şekilde çözüm üretmesi kamusal bir sorumluluk. Fakat Gıda Egemenliği’nin hayata geçirilmesi, süregelen genel faaliyetlerin ötesinde bir bütünselliğe ve çeşitli alanlara değen ilişkiselliğe sahip. Yani kısacası, göstermelik veya “bir belediye hizmeti” olarak yürütülebilecek iş değil.

Burada Gıda Egemenliği’nin hayata geçirilmesinde hayati öneme sahip bir unsur olan kooperatiflere de değinmek gerekiyor. İnsani Gelişme Vakfı’nın (ingev) İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ile birlikte yürüttüğü ActHuman Sosyal Politika İnisiyatifi’nin Ocak 2021’de kamuoyu ile paylaştığı, “Sosyal Dayanışma Ekonomisi için Güçlü Kooperatifçilik” raporunda kooperatiflerin salgın ve kriz dönemlerindeki önemi şöyle değerlendiriliyor:

“Pandemi sürecinde insan hakları çerçevesinde ele alınması gereken alanların, sağlıklı ortamda yaşamanın, temiz suya ve sağlıklı gıdalara erişmenin, sağlık sisteminden yararlanmanın piyasa sistemi içinde herkes için eşit koşullarda mümkün olamadığı gözler önüne serilmiştir. Böylesi kriz dönemlerinde mevcut ekonomik ve siyasi kurumların gündelik sorunları çözmekte ve insani ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kaldığı noktalarda, bireylerin bir araya gelerek, inisiyatifler geliştirerek toplumsal sorunlar karşısında yaratıcı çözümler ortaya koyduğu bilinmektedir.”

Türkiye’de tarım alanındaki kooperatiflerin durumu raporda, “Son 20 yıllık süreçte kırsal nüfusta ve tarımsal üreticilerin sayısında yaşanan düşüşe paralel olarak tarımsal amaçlı kooperatif sayılarında da üye çiftçi sayısında da önemli düşüş yaşanmıştır. Aynı süreçte, tarımsal finansmanda özel bankaların etkinliğinin artmasıyla kredi kooperatifleri sektörde süregelen önemini koruyamamış, bu kooperatiflerde üye sayısı yarıya inmiştir.” şeklinde ifade ediliyor.

Bu iki değerlendirmeye de dayanarak, tarım ve gıda alanındaki krize karşı Gıda Egemenliği’nin hayata geçirilmesinde hayati öneme sahip olan kooperatiflerin, kriz koşullarına bağlı olarak toplumsal hayattaki önemini koruduğunu, hatta artırdığını görüyoruz. Ama diğer yandan, kooperatiflerin, zaten krize giren toplumsal yaşamın bir parçası oldukları oranda başarısız oldukları ve küçüldükleri sonucuna da ulaşıyoruz.

Peki, Gıda Egemenliği Eylem Planı’nın hazırlanması ve hayata geçirilmesinde yerel yönetimler ile kooperatifler arasındaki ilişki nasıl olmalı?, “Sosyal Dayanışma Ekonomisi için Güçlü Kooperatifçilik” raporuna göre, yerel yönetimlerin hizmet anlayışını şekillendiren katılımcılık, demokrasi, yerelleşme, sürdürülebilirlik, şeffaflık gibi kavramlar, belediyelerin yerel sorunlara çözüm üretme kapasitelerini ve sürdürülebilir kentsel projelerini geliştirmeleri açısından kooperatiflerle kurabileceği ilişki ve iş birliğinin ilkeleri olarak düşünülmeli. Bu açıdan yerel yönetimler, Türkiye kooperatifçilik hareketinin gelişim süreci içinde, kendini devletin oynadığı rolü ikame eden, onun çekildiği alanları dolduran bir kamu otoritesi olarak konumlandırmamalı, kooperatifleri yerel demokrasinin geliştirilmesi ve yerel sorunların çözümünde, ortaklık kurabileceği kurumlar olarak görmeli. Yerel yönetimlerle kooperatifler arasındaki ilişki hiyerarşik olmadığı gibi bir bağımlılık temelinde de kurulmamalı. Yerel yönetimler kooperatiflerle yerelde ihtiyaçların tespiti ve karşılanması, yerel ekonominin desteklenmesi, istihdamın artırılması ve üretimin desteklenmesi için birlikte çalışmalı.

Merkezi devlet ve yerel yönetimlerin kooperatifler üzerindeki belirleyici ve tayin edici etkilerini gözeterek ifade edilen bu ilişki tanımını reddetmeden ileri taşımanın anlamlı olacağını düşünüyoruz.

Gıda krizine sebep olan kapitalist gıda sisteminin aşılması ve herkes için sağlıklı, doğal ve besleyici gıdanın mümkün kılınması için hayata geçirilecek Gıda Egemenliği için yerel yönetimlerin sivil topluma alan açması, aynı zamanda asil olan yurttaşları, yaşamın üretilmesinde olduğu kadar yönetilmesinde de söz ve karar hakkına kavuşturacak bir demokrasi mücadelesi anlamına da gelecektir.

Tartışmaya devam edeceğiz…