Cuma günüydü. Önce İzmir Valiliği, sonra da değerli kardeşim Sergenç İneler, TARKEM adına paylaştı. Kısa bir duyuru gibiydi. Bilgilendirme demiyorum, zira bilgi yoktu.

İzmir Valiliği “TARKEM Genel Müdürü Sergenç İneler, İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanı Abdülaziz Ediz ve Peyzaj Mimarı Esra Dündar’ın katılımları ile gerçekleştirilen toplantıda; Damlacık bölgesi restorasyon ve çevre düzenlemeleri projesi hakkında Valimiz Sayın Yavuz Selim Köşger'e sunum yapıldı” şeklinde bir duyuru yaptı.

İlgimi çekti, araştırdım ama ayrıntı yok.

Neden önemli benim için Damlacık, biliyor musunuz? Çünkü Damlacık, benim ölümüne sevdiğim mesleğimden “sürgün” nedenimdir!

İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger veya TARKEM gerçekten “biliyor mu” Damlacık dramını?

TARKEM’ci dostlara önce bir tavsiyem var. “Damlacık bölgesi restorasyon ve çevre düzenlemeleri projesi” derken, aman dikkatli olsunlar. İyi niyetlerinden şüphem yok ama, bu sözcükler “yarım kalmış kirli bir rant pazarlığını” hatırlatıyor bana, kurşun kalemle, bir A4 kâğıda elle çizilmiş bir “planı” anımsıyorum. O “planı” deşifre ettim diye aldığım tehditleri, duyduğum küfürleri unutmadım. Beni tamamen yok edip fiilen de ortadan kaldırmayı amaçlayan bir “rant çetesinin” ürkütücü kahkahaları geldi aklıma. Ama o karanlık günlerden beni dostça tutup çıkaran zamanın İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu ve zamanın Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş’ı da unutamam. Her zaman sevgi ve saygıyla anarım.

Sanırım 2010, 2011 gibi başlamıştı o tünel inşaatı… Bakan Binali Yıldırım’ın “önemli” projesiydi. Doğru düzgün hesap, kitap, planlama, öngörü yapılmadan girişilmişti işe. Galiba 2015’te de Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açılmıştı.

“Damlacık” dendiğinde tüylerim diken diken oluyor inanın. Gözlerim doluyor… Gasp edilen mesleğimde, nasıl “tek başına” ortada kalmıştım. Ne uğursuz zamanlardı. O inşaat başladığında “yağan yağmurda el ele dolaşanlar”, tünel bittiğinde “kanlı bıçaklı” olmuşlardı. Ama şahsıma karşı, hatta “yolda yürürken kaldırımdan inme” diye telefon açanlar bile sonraları “tuz buz” olmuşlardı.

Gazeteci kimliğimle o zamanlar hem Ege Telgraf’ta hem de televizyonda, tünelin yapılış üslubuna karşı çıktım durdum. İzmir’in en eski yerleşim bölgesinin altı oyulacaktı ve üstü için doğru düzgün bir planlama da yoktu. Olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum ki, Valilik bile yeni farkına varmış “düzenleme gereğinin”!

Damlacık’ın tüm üzeri, Kadriye Mahallesi, Duatepe ve çevresine kadar riske girmişti inşaatla. Karayolları öylesine kötü bir “halkla ilişkiler” yürütüyordu ki, yurttaşlar kendi evlerinde resmen “mahsur” kalmıştı. Naime Abla ile Naim Ağabeyle tanışmıştım o vakitler. Hatta bir iki gece de evlerinde kaldım. Çünkü Emniyet Müdürlüğü de artık uğramıyordu oralara. Hayalet mahallede birkaç aile kalmıştı, onlar da Allah’a emanet yaşıyordu. Yanlarında sadece Konak ve Büyükşehir Belediyeleri vardı. Ne Vali ne Kaymakam ne emniyet merak ediyordu. Oysa Damlacık ciddi ciddi hırsıza, ite uğursuza bırakılmıştı. Tarihi değeri tartışılmaz cami bile kimsenin umurunda değildi, imam kaçmıştı.

Tünel inşaatı sırasında kaç kez yazdım, konuştum. Sadece ben mi, İzmir’in değerli yürekleri, onurlu kalemleri hep yazdı durdu. Tarihine, kent mirasına vurgu yaptılar. Belediye Başkanları dikkat çekmek için gece gündüz uğraştılar. Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş’ın geceler boyu, etkilenecek mahallerde dolaştığına ben şahidim. Yapılan halk forumlarında konuştum. Ama tek bir medeni ve insanca karşılık alınmadı iktidar ve şürekasından. Zamanın Başbakanı Ahmet Davutoğlu, oranın halkıyla görüşmeyi bile reddetmişti. Belki de halkın görüşme isteği ona iletilmedi.

İnanın bana, erkan-ı devlet o tünel yapılırken de bugün depremzedelere yaptığını yapıyordu. Açıkçası yurttaşlar evlerinden edilmek için elinden geleni ardına koymuyordu Karayolları. Ne meslek odalarına kulak verdiler ne de halkın haykırışlarına. Yaptıkları sadece korkutma ve tehditti.

Bir pazar günü, yükselen itirazlardan rahatsız oldukları için bir grup iktidar partili -ki içlerinde bir de vekil vardı- Damlacık’a gittiler. Oradaki kahvede halkla konuşurken, “biri” kurşun kalemle bir kâğıda, tünel sonrası, tünelin üzerinde yapılacakları anlatmış. “Günübirlik çay kahve yerleri, butik oteller, pansiyonlar, gezinti yerleri, çocuk parkları, cami çevresine açık tarih parkı” vs. yazmışlar. İnanmayacaksınız ama o kâğıt benim elime ulaştı. Ben de yayında “çat diye” gösterdim ve sordum: “Tünel üzerine yeşil alandan başka bir yapılanma olur mu? Olursa kimler işletecek? Damlacık halkı mı, yoksa iktidarın unsurları mı?” Ben ne bilirim orası için “düşünülen” iki “genç” olduğunu? Yayından bir gün sonra dünya beynime indirildi sanki. Ortalık bir karıştı… Sonrası malum…

Damlacık tüneli açılalı 6 yılı geçmiş. Bugüne kadar ne beklendi bilemem. Ama karşıma TARKEM ve eski Kültür Müdürü Abdülaziz Ağabey çıkınca, o günler film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Valilik de TARKEM de önce “açık” olmalı… Çünkü Damlacık’tan yükselen “ahlar” onları da bulur maazallah. Öyle “sunum yaptık, sunum aldık” olmaz. Ne yapılacak, nasıl yapılacak, hayata nasıl geçecek, kimler işletecek, neler olacak?

Bugünler de İstanbul başta olmak üzere “dikiş tutturamamış” ne kadar “entel dantel” varsa İzmir’de… “Havra Sokağı’nda yangın var” deyince “hangi havranın sokağı” diye soran hem cahil hem küstah tiplerin, İzmir’de “ağalık” taslamasına artık sabır göstermem. İzmir Fuarı için de “sıcak şarap” içerken “İzmir’in ortasındaki yeşillik” diyen sahte aydınların vereceği ışık da olmaz olsun İzmir’e…

***

İzmirli Kadınların Ekmek İsyanını Görün

İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Daire Başkanlığı bir süredir kent içinde adına “mural resim” denilen bir sanatı yaşatıyor bize. Açık söyleyeyim bu konuda bazı eleştiriler de gelse kulağıma, canlı, cıvıl cıvıl bir sanat bu. Yolunuz Üçyol Metro durağına düşsün ve dünyada az örneği olan bir “İzmir isyanını” hem de “İzmirli kadınların isyanını” görün. Sanatçılar Hakan Başer ve Ahmet Sedat Günay’ı kendi adıma kutluyorum. Kültür Sanatın genç Daire Başkanı Kadir Efe Oruç’u gördüğüm zaman birkaç yer ve tarihsel olay da ben önereceğim. Bu “mural yöntem” inanın hoşuma gitti. Eleştiriler tabii olacak ama ben size şu Üçyol’u bir anlatayım ki, gidin ve görün.

İzmirli kadınların “ekmek isyanını” ilk, bir panelde sanıyorum o efsanevi “Basmane Günleri” içerisinde, sevgili üstadımız İlhan Pınar’dan dinlemiştim. İlhan Pınar daha sonra bu konuyu, Apikam Kent Kitaplığı’ndan yayımlanan “İzmir Yazıları” kitabında da yazmıştı. Yani hakkını teslim edelim ki, bu “1828 olaylarını” İlhan Pınar’la duydu Türkiye ilk kez.

1820’lerde Mora’da başlayan Yunan isyanı yüzünden, İzmir ve çevresi de bundan etkilenmiş ve her şey karaborsaya düşmüş... 1828 ilkbaharında un ve buğday da karaborsacıların elinde, temel gıda olarak özellikle ekmeği kabul eden Türk Müslümanlara zulme dönüşmüş. Önce Türk erkekleri ayağa kalkmış, İzmir Valisi Hasan Paşa’dan duruma el koymasını istemişler. Ancak Vali, erkeklerin isteğine kulağını tıkamış. Ardından bu kez İzmirli Müslüman kadınlar, bakmışlar erkekleri dinleyen yok, çıkmışlar İzmir sokaklarına ve 3 gün boyunca sokakların altını üstüne getirmişler. Vali, Karakol Komutanı Hacı Bey'i görevlendirmiş ama Hacı Bey bakmış durum vahim, İzmir dışına çıkmış. Kaçmış yani. Konak önünde toplanıp Hasan Paşa’dan bu haksızlığı durdurmasını istemişler. Üç günün sonunda Paşa un ve buğday fiyatlarına narh koymak zorunda kalmış ve İzmirli kadınlar da evlerine dönmüşler.

İlhan Pınar’ı aradım hemen ve sordum. Bu olay gerçekten “ilk kadın isyanı mı” diye? “Hayır” dedi üstat. “Bu duruma Anadolu’da ilk kadın isyanı demek yanlış. Henüz başka olup olmadığını bilmiyoruz ki... Ama aynı tarihlerde mesela Avrupalı kadınların da kahve fiyatlarına karşı protestoları var.” Merakımdan bu kez, kadınların eyleminden kaçan Hacı Bey’i sordum. Çünkü “İzmir Yazıları” kitabında Hacı Bey’in “sevilen bir asker” olduğu da yazıyordu. “İlhan Bey nereye kaçtı Hacı Bey” dedim? O da “Kayserili kendisi, oraya gitmiş olabilir” dedi gülerek.

Yani 1828 ilkbaharında İzmir’de “ekmekler bozulmuş” anlayacağınız.

Kadınlar, İzmir’de ne kadar karaborsacı varsa, basmışlar mekânlarını ve bir güzel dövmüşler bunları. Yine yetmemiş, fırınları da basmış kadınlar. Ne yapsınlar çocukları “anneee ekmeeek” diye ağlıyormuş.

Bu “mural” resim güzel. İzmir içinde “unutulmuş” o kadar çok mekân, olay ve kişi var ki…

Mesela Kemeraltı, Alsancak, Bornova, Buca, Karşıyaka ve tabii ki Basmane… Aklıma gelen çok, bu fikir kimin aklına geldiyse aferin. Başkan Tunç Soyer, yüreğindeki kıpır kıpır İzmir aşkını, böyle renkli ve canlı seriyor işte gözlerimizin önüne.

Üçyol Metro’ya gidin, resmi görün, dönüşte Apikam’a, Çankaya’ya uğrayın, İlhan Pınar’ın “İzmir Yazıları” kitabını edinip okuyun… Görün bakın “unuttuğumuz” daha neler var!

***

CUMA’YA…

*** Bayraklı’da yıkımlar artık ciddi sıkıntı oluyor. Bu işe Valilik mi Belediye mi bilmem ama, bir çözüm bulunması gerekiyor. Tabii gerçekten “halk sağlığını” önemsiyorlarsa. Cuma’ya fotoğraflı yazacağım.

*** Memlekette ortalık yangın yerine döndü. Geleceğini düşünen siyasetçi varsa hala, taksın maskesini çıksın çarşı pazara. “Yukarılara da” doğru bilgi verip halkının gerçek sevgisini kazansın. Bunu da cumaya yazayım bari…