08-oktay-gokdemirCumhuriyetin 50. yılında bir ilkokul öğrencisiydim. Sanırım iktidarda CHP-MSP koalisyonu vardı. Henüz siyah-beyaz masumiyet günleriydi. Neşeyle, sevinçle Cumhuriyet’in 50. yıl Marşı’nı söylüyorduk. Hani, “Cumhuriyet özgürlük, insanca varlık yolu, Atatürk’ün kurduğu çağdaş uygarlık yolu” mealinde sözleri olan... Çocuk aklımızla cumhuriyetin bir özgürlük felsefesi olduğunu, varlığımızın ontolojik olarak cumhuriyetle doğduğunu ve çağdaşlığın, uygarlığın cumhuriyet demek olduğunu henüz daha algılayamıyorduk.
Yıllar sonra çağımızın önemli düşünürlerinden Philip Pettit’in “Cumhuriyetçilik” adını taşıyan o devasa eseri dilimize kazandırıldığında ve Cumhuriyet’i aslında tahakkümsüzlük yani özgürlük projesi olarak tanımladığında Mustafa Kemal Atatürk ve yol arkadaşlarının Türkiye için, bu ülkede yaşayan bizler için ne kadar büyük bir eser vücuda getirdiklerini fark ettim ve bu değerin bizler tarafından yeteri kadar içselleştirilemediğinin farkına biraz da acı duyarak vardım. Taşıdığı onca derin ve yüklü anlama rağmen bizde Cumhuriyetçilik bir yönetim şekli olmanın ötesinde felsefi anlamlar ne yazık ki içermez. O’nu geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinin bir yansıması olarak sadece “halk egemenliği” boyutunda ve yönetenlerin seçimle iş başına geldikleri mutlakıyet, hanedanlık ve monarşi yönetimlerinin mefhum-u muhalifi olarak tanımladık çoğunlukla...
Hatta buradan ileri giderek çoğu kez yanlış biçimde Cumhuriyet’le devlet dediğimiz üst-yapı organını birbirine karıştırdık. Cumhuriyetle, devlet çoğu kez eş anlamlı sözcükler, kavramlar olarak algılana geldi düşünce yapımızda... Dahasını söyleyeyim, cumhuriyetle, demokrasiyi aynı sözcük öbekleriyle tanımladık. “Halkın, halk tarafından halk için yönetimi” cümlesi hem cumhuriyeti tanımlarken hem de demokrasiyi tanımlarken sözcük referanslarımız oldu.
Denilebilir ki, Türkiye’de cumhuriyet kadar kendi içerdiği felsefi anlamın ötesinde her şeyle karıştırılan başka bir kavram ve sözcük yoktur. Oysa kelimenin batı dillerindeki etimolojik kökeni gayet sarihtir. “Res-puplica” ya da “Republic” kelimesi kamuya ait olan ya da kamunun malı anlamlarına gelir. Bu da demek oluyor ki cumhuriyet ta en başından itibaren kamu alanına ilişkin özgürlükleri içerir. Yani cumhuriyet, bir özel alan nüvesi olan demokrasi gibi bireysel hürriyetler, aidiyetler, mensubiyetler ve illiyetler üzerinde durmaz. Onun düğümlendiği ana nokta “yurttaşlık projesi”dir. Peki ama nasıl bir yurttaşlık projesi? Kamusal alanda eşit yurttaşların özgürlüğü projesi… O nedenle cumhuriyetçilik aynı zamanda kamuculuktur. İnsanlar cumhuriyet projesine özel alanda taşıdıkları ayrıcalıklarla, imtiyazlarla ve aidiyetlerle katılamazlar. Eğer katılmak isterlerse, ya da devlet bunun önünü açan yasal düzenlemeleri yaparsa orada cumhuriyetin temellerine dinamit konmuş demektir. Zira bizim özel alanda taşıdığımız özgün nitelikler bizim bireysel özgürlük alanlarımızdır. Cinsiyetimiz, dinimiz, ırkımız, mezhebimiz, inancımız ya da inançsızlığımız kamu alanını ilgilendirmez. Kamu alanı bütün bunlar karşısında nötr yani tarafsızdır. İnsanlar, cumhuriyete sadece yurttaş olarak katılırlar ve bunun da sınırı bellidir: eşit yurttaşlık...
Cumhuriyet yine Philip Pettite’den mülhem olarak söylemek gerekirse “tahakümsüzlük olarak özgürlüktür” bizim özel alanda taşıdığımız aidiyetler demokrasinin muhtevası içine girer. Bu bağlamda cumhuriyet, bir felsefi yaklaşım olarak ya da daha açık bir ifadeyle Kıta Avrupası sosyal, ekonomik ve düşünsel gelişimlerinin bir ürünü olarak Türkiye’ye Fransız düşünce geleneğinden iktibas etmiştir. Bizim geç Osmanlı modernleşme parametrelerimizin büyük çoğunluğunun Fransa üzerinden tevarüs etmesi bir rastlantı değildir. Demokrasi ise Anglosakson kökenlidir. Daha çok bireysel özgürlükler üzerinde durur. Yani demokrasi ile cumhuriyet aynı şeyler değildir. Cumhuriyet, kamusal özgürlükler, demokrasi ise bireysel özgürlük alanları üzerinde durur. Cumhuriyet ile demokrasiyi birbirine en çok yaklaştıran olgu ise “seçim ilkesi”dir. Her iki tarzda seçimler belirleyicidir. Siz seçimleri ülkenizde hiçbir baskı ve zor altında olmaksızın özgürce yaparsanız ve bütün siyasi düşüncelerin örgütlenmesine ve seçime katılmasına izin verirseniz bu demokratik cumhuriyet olur. Ama bunun böyle olmadığı süreçler de vardır. Her demokrasi cumhuriyeti kapsamayacağı gibi her cumhuriyet de bir demokrasi değildir. Nitekim dünya üzerinde bugün cumhuriyet olup demokrasi ile ilgisi olmayan ülkeler olduğu gizi, demokrasi olup cumhuriyeti kapsamayan krallıklar da vardır. İngiltere ve İsveç demokrasiye örnek verebileceğimiz yerler iken, İran İslam cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti bu tür cumhuriyetlere örneklik teşkil eder. Bunun yanında her iki “stereotip”e dayanmak isteyen fakat ikisi de olamayan ülkeler vardır. Türkiye örneği gibi… Dahası “preteryen” askeri cumhuriyetler ve bir de “muz” cumhuriyetleri vardır ki onlar bu yazının dayandığı felsefi içeriğin ve tanımlamanın tamamen dışındadırlar.
İşte böylesine anlam yüklü bir kavram Cumhuriyet... Bizde Arapça “cumhur” kelimesinden sahibiyet ekiyle üretilmiştir. Yani halkın malı anlamına gelir. Arapça “cumhur” halk demektir. Çoğunlukla batıdaki etimolojik kökenine uygun bir uyarlama olduğu söylenilebilir. Dilimize daha çok Osmanlı modernleşmesinin giderek yoğunlaştığı 19. yüzyıl sonlarında girmiştir. Ama hemen söylemek gerekir ki Osmanlı yönetici elitleri ve bürokrasisi kavrama başlangıçta pejoratif yani olumsuz yüklemeler yapmışlardır. Zira Fransız İhtilali’ni kendi bekaları için tehlike olarak görmüşlerdir. Genç Osmanlılar ve Jön Türkler ile İttihatçılar döneminde cumhuriyet kavramı artık olumlu bir tanımlamaya doğru dönüşmüştür. Özellikle II. Meşrutiyet’i yaratan İttihatçı kuşak bütün fikri beslenmesini Kıta Avrupası'nın düşünce geleneği üzerinden yaptığından ideologları Ziya Gökap’le birlikte “ferd yok, cemiyet var” düsturuna sarılmışlardır. Süreç onların düşünce evrelerini “millet-i hakime”den “hakimiyet-i milliye”ye dönüştürmüştür. Mustafa Kemal Paşa Sivas’ta kongreyi topladığında bütün saltanatçı İstanbul basını “cumhuriyet yapacaklar” korkusu içindedir. Yine Mustafa Kemal’in 1919’da Anadolu’da başlayan yolculuğunu “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti” olarak tanımlayan itilaf devletleri basın organlarıdır. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarına “hâkimiyet, bila kaydü şart milletindir” ibaresinin yazılması bir tesadüf değildir. Nitekim son Osmanlı tarihçilerinden birisi olan Abdurrahman Şeref’e göre bu ibare cumhuriyet demektir ve doğan çocuğun adıdır.