O melun mikrobu fark ettiğimizde ne kadar dikkatliydik, hassas ve kaygılıydık...

Ülke olarak anlamaya çalışıyor, korkuyorduk bir gün sonrasından. Devlet ayaktaydı, Cumhurbaşkanı'ndan Sağlık Bakanı'na herkes görevinin başındaydı. Sabırla yaşadık haftalarca evde oturmayı, “uzaktan çalışmayı”.

Özlüyorduk birbirimizi ama daha sağlıklı günlerin özlemiyle, güveniyorduk her şeye rağmen Sağlık Bakanlığı’na, Cumhurbaşkanlığı Bilim Kurulu’na.

Yaşlılarımızı göremedik, çocuklarımızı öpemedik, komşumuzu ziyaret edemedik, cenazelere katılamadık, düğün dernekte eğlenemedik...

Sabrettik... Sağlığımızı yitirmedik diye de şükrettik. Çünkü bizi yaradan Allah’ın verdiği “aklı” kullanıyorduk “ilk zamanlar”!

Sonra?

İşte aklımın karıştığı an o andır... Aslında aşıyla başladı tereddütlerim ama kızsam da “devlet ne olursa olsun riske girmez” dedim durdum.

“Maske, mesafe, temizlik” dediler, uyduk... Ama uymayanlar ilk “uyun” diyenler oldu...

Fakire fukaraya maskeler doğru düzgün dağıtılamadı. Aşı programı akla ziyan yapıldı. Öncelikli aşı olması gerekenler sona atılırken, zaten evde oturmaya mecbur bırakılan yaşlılar oldu aşı. Sonra arada “torpille aşı olanlar” söylentisi çıktı. Bazı “aile hekimlerinin” nasıl oluyorsa “katakulli” yaptıkları duyuldu. Kendi halkına maske aşı veremeyenler, başka ülkelere aşı maske yolladı diye de duyduk.

Sonra bir gün geldi, bir kara haber öğrendik. Garibim bir kahveci, dayanamamış, sıkmış kafasına ekmek teknesinde. Sonra başkası, başka intiharlar. Ya dağılan yuvalar? Onlar daha konuşulmuyor.

İlk günlerdeki hassasiyet ve dikkat çabuk kayboldu.

“Toplanmayın” dediler ama toplandılar.

“Gitmeyin” dediler ama cenazelere kendileri gitti.

Sokakta vatandaşa para cezası, bekçi dayağı reva görülürken, bize “maske mesafe” diyen erkan-ı devlet “yapılmayacak” ne varsa, hem de herkesin gözü önünde yaptı. Vatandaşa “har hurt” eden polis bekçiler de “selam durdu”.

Esnaf perişan oldu ama duyan olmadı. Duyanları da “duyması” gerekenler ciddiye almadı.

Büyük sermayeye kepçeyle, esnafa, geliri olmayanlara destek damlalıkla verildi.

Milli Eğitim Bakanı “özel okulları”, Turizm Bakanı “otelleri”, Sağlık Bakanı da ne acıdır ki “özel hastaneleri” düşündü.

Öğrenciler, veliler perişan oldu. Keşke bu perişanlığın nedeni sadece “virüs” olsaydı ama değil işte, istikrarsız, plansız bir iradeydi bunun nedeni. Şu beğenmediğimiz Yunanistan “bilim adamıyla” hareket ederken biz, kerameti kendinden menkul geri kafalılardan mı aldık acaba “feyzi”, bilmiyorum ki. Oysa yinelemekte fayda var ki Allah, kulunu yaratırken kafasının içine “beyin” koyuyor. Düşünmek, sorgulamak, kabul etmek, karşı çıkmak neden sadece insana mahsus? İnsanı, diğer yaratılmışlardan ayıran “özellikler” neler? Kul, kula biat eder mi, kulluk eder mi hiç?

Bahardı, kıştı derken geldi Haziran.

Cumhurbaşkanı önceki akşam çıktı yine ekranlara.

Bekledik ki “güzel haberler” verecek? Ne mümkün?

Siyasetten, ekonomiden başladı, sonunda geldi “koronavirüse” çok şükür.

Lakin bunun adı “açılma mı” yoksa “normalleşme mi”?

Gizlenen, saklanan neyse ama “değişen bir şey yok” işte!

Haftanın altı günü 22.00’ye kadar “serbestiz”, pazar günü “yasak”!

Mekanlar 21.00’e kadar açık?

Okullar “isteğe bağlı” falan filan...

Aşılar “turisti göreceklere” özel...

Peki acaba erkan-ı devlet, korona ile “anlaşma mı yaptı?” Cumartesi bulaşmayan virüs “pazar sokağa çıkarsanız bulaşırım haa mı” dedi?

Pazar yasak diye, cumartesi oluşacak o müthiş kalabalıkları hesaba katıyor mu acaba karar vericiler?

Sizi bilmem ama ben çok kaygılıyım. Öyle derin nedenler de aramıyorum. Baştan beri nedendir bilinmez, pek çok bilgi gizlendi bizden, eminim. Bu salgın krize döndü, işsizler arttı, intiharlar oldu. Ve aklıma “ülkeme özel” bir soru geldi?

Sorudan önce biraz hafızalarınızı yoklayın. Deprem, darbe, siyasal dalgalanmalar, sosyal olaylar falan, sonrası ne olur? “Deprem zenginleri”, “savaş zenginleri”, “siyaset zenginleri” söylemleri yok mu tarihimizde?

İşte sorum: Acaba korona krizinden kimler “kazandı”?

***

Hasan Tahsin’in “Fotoğrafsız Aşı” Macerası...

İnanın anlayamıyorum o “fotoğrafların” sebeb-i hikmetini. Herkesin tercihidir tartışmam ama aşı olurken fotoğraf çektirip “ben aşı oldum, dost ve akrabalarıma duyuruyorum” demek, bana baştan beri “tuhaf” ve “itici” geldi.

Aşılama yaşı bana da geldiği için, dün Suat Seren Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde “ilk doz” aşımı yaptırdım.

Bu hastaneyi oldum olası severim. Bahçesinde dolaşmak bende her zaman anılarımı yeniden yaşatmıştır. Hastanenin efsane başhekimi Prof. Dr. Kunter Perim hocayı hiç unutamam mesela. Rahmetli babama nasıl itinayla bakmıştı. O zamanın koşullarında hastane personeli de özveriliydi, unutamam. Sonra Ahmet Erbaycü de başhekim mi, hastane müdürü mü ne olmuştu. Onunla da medeni bir iletişim kurmuştuk. Bu hastanenin “hüzünlü” tarihi de her zaman etkilemiştir beni. O artık yıkılmaya başlamış küçük köşkte ne acılar yaşanmış eski zamanlarda.

Ama bu hastanenin arazisine iştahla ve yüzsüzce bakan “müteahhit siyasetçileri de” iyi biliyorum. Aklım gidiyor oraya ahlaksızca AVM falan yapılacak diye. Ya da görgüsüzlere lüks dubleksler dikilecek diye. Tıpkı Buca’daki Seyfi Demirsoy Hastanesi’ne göz diken rantiyeci ruhsuzları duyduğum gibi, buraya da bir zamanalar “fetöyle kolkola” olanların nasıl ağızlarının suyu aka aka baktıklarını biliyorum. Hatta masalara serilmiş koca planları da hatırlıyorum.

Neyse bu konu uzun ve sıkıcı. Zaten kimse de ilgilenmiyor...

Sabah gittim hastaneye. Aşı binasının önünde sabırlı, gürler yüzlü bir güvenlik elemanı. İçeri girdim, ilk kaydı da güler yüzlü hanımefendi yaptı. Sonra “okudum, anladım, onayladım” faslını da yazıp imzaladık. Hekim görecekmiş, imza atacakmış. Yanına vardım hekim hanımın. “Kronik rahatsızlığınız var mı” diye sordu? Ben de samimiyetle “var ama bakanlığınız kabul etmiyor” dedim. Öyle ya, kronik tansiyon hastalarına öncelikli aşı yapan bakanlık, ben raporlu iki ilaç da kullansam, kabul etmemişti. Hekim hanım ne bilsin tabii, hekim hassasiyetiyle “olur mu öyle şey, ilaç kullanıyorsanız kroniksiniz, bir hatanız olmalı” demez mi? Ne cevap vereyim şimdi? Bu dönemde sağlıkçıların nasıl riskle mücadele ettiklerini unutup karşı mı çıkayım? Olmaz tabii... “Hanımefendi” dedim “imzalayın gideyim ben, bakanlığınızın saçmalıklarını konuşmayalım!” İmzaladı, çıktık odadan.

Sıra geldi adımın okunup, aşı odasına girmeme. Fazla beklemedim. Okundu. İki gencecik ama güler yüzlü çalışan. Saygılı, itinalı. Uyarılarını yaptılar. Aşımı oldum. Başladım gülmeye. Deftere imza atarken sordum. “Arkadaşlar aşı olurken fotoğraf çektiren oluyor mu?” Onlar da güldüler. “Evet” dediler “bazen biz de çekiyoruz isterlerse, çekilmek mi isterdiniz? İkinci dozda çekelim” dediler gülerek. “Yok” dedim “teşekkürler ama bana çok itici geliyor o fotoğraflar.” Haklı olduğumu duyunca sevindim, öyle ya... Ülkemde asıl önceliği olan binlerce insan beklerken benim “hava atar gibi” paylaşım yapmam doğru gelmedi, gelmez. Lakin yapanlara da bir lafım olamaz.

Sağlık Bakanlığı’na zerre güvenim kalmadı. İzmir Sağlık Müdürlüğü de bana çok güvenilir gelmiyor. Ama sağlıkçılara laf ettirmem. Onlar kendi ailelerini, özel hayatlarını aylardır bizler için feda ettiler. Değil onlara şiddet, yan gözle bakmak bile bana haince ve cahilce geliyor.

***

Kent Kitapları İzmir’i Aydınlatmaya Devam Ediyor!

Şimdi azıcık yazayım. Haftaya ayrıntılar gelecek benden size. İzmir Büyükşehir Belediyesi “Kent Kitaplığı” ve İZELMAN “halk okusun” diye öyle muhteşem bir iş birliği yaptı ki!

Başkan Tunç Soyer’in o, okumaya dayalı, kitap sevgisiyle çarpan yüreği öyle bir yönlendirme yaptı ki... Ard arda kitaplar gelecek şimdi.

Aslında hiç konu olmuyor ama İzmir, başkanlarının “kitaba merakıyla” çok şanslı. Ahmet Piriştina, Yüksel Çakmur, Burhan Özfatura iyi kitap okurlardı. Aziz Kocaoğlu ise aynı anda beş altı kitap okurdu. Tunç Soyer de, çocukluğundan beri kitapla büyümüş. Entelektüel donanımı, ailesinden miras gibi. Tunç Soyer de eşi Neptün Soyer de çocuklarına “kitabı” kendileri okuyarak sevdirmiş. Zaten Tunç Başkanın, içinden gelerek konuştuğunda, hele bir de keyfi yerinde olduğunda, sesinin tonu, vurguları, sözcük dağarcığı zaten hemen etkiler karşısındakini. Eee Başkan böyle olunca da, belediyesi “kitap konusunda” daha hassas olur. Şu anda hummalı bir çalışma var. Bendeniz de bir ucundan bu işteyim. Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanı Funda Erkal Öztürk, APİKAM Müdürü Hakan Aktaş, İZELMAN Genel Müdürü Burak Alp Esen, diğer işlerinin yoğunluğuna rağmen, yaklaşan yılın da ağırlığıyla “yeni eserleri” sadece İzmir değil Türkiye okurlarıyla buluşturma çabasındalar.

Şimdi size iki kitaptan ucundan bahsedeceğim. Zira kitapları anlatman benden çok sevgili Saadet Erciyas ile Bekir Yurdakul’un uzmanlığı.

“İzmir’in Son Osmanlıları, Kokluca Mezar Kitabeleri” muhteşem bir eser oldu. APİKAM ile İZELMAN iş birliğinde, Kâtip Çelebi Üniversitesi’nin değerli hocaları Ömür Ceylan, Cahit Telci, Özer Küpeli, Ersel Çağrıtütüncügil, Yasin Özdemir, Ekim Ortaç Uludüz, aylarca Mezarlıklar Daire Başkanı Hülya Şahin’in özel ilgisiyle hazırladılar bu kitabı. Kitapla ilgili gelecek yazıyı bekleyin çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’nın da kulağını çınlatacağım. İkinci kitap ise sevgili Sancar Maruflu’nun önsözüyle Sibel Önbaş kardeşimin kaleminden çıktı. “Bir Zamanlar İzmir’de Halkla İlişkiler, 80’li 90’lı Yıllar”. Çok özel duayenlerin söylemleri var bu kitapta. “Halkla ilişkilerin” itinayla “halkla çelişkiye” döndüğü günümüzde, Sibel Önbaş önemli bir sorumluluğu yüklenmiş.

Çok yakında bu kitapların ve başka sürprizlerin kitaplıklarınızda bulunması için uğraşmaya devam yani. Ama öyle kitapların çalışmaları var ki sırada, İzmir’in potansiyelinin ne kadar değerli, ne kadar eşsiz olduğunu yeniden keşfedeceğiz.