İnsanlığın büyük paradokslarından biri de, düşünce, bilim ve sanat sayesinde bugünlere ulaşmasına rağmen, onlardan hala ürkmesi ve korkmasıdır. Bunun pek çok gerekçesi var elbette. En önemlisi de, bu üç vazgeçilemez eylem alanının statükoyu reddetmesi, paradigmalara kulak asmaması, olanla yetinmemesi, hiç bitmeyen merak ve sorgulama mekanizmasıyla yürümesidir. Söz konusu olan, bilinmeyenden korkma ve teslim olma rahatlığı ile bilinmeyenin-görünmeyenin-keşfedilmeyenin peşine düşme cesareti arasındaki çelişkidir.

Düşünce, bilim ve sanatın her şeye ve herkese rağmen kulaç atarak ilerlemesi, egemenliklerini mutlak itaat sayesine koruyanların sorgulanmasına, her gün bir mevzi yitirmesine yol açar. Bu, egemenler için korkunç bir durumdur. Çünkü bilirler ki tarih, düşünce, bilim ve sanatın gündemden düşürdüğü, insanlık için değersiz ve anlamsız kıldığı, yerine başkalarının geldiği türlü egemenliklerle ve uygulamalarıyla doludur. İlkokuldan beri ezberletilen o çağları, neler ve kimler değiştirdi sanıyorsunuz? Dün düşündükleri, ürettikleri ve yarattıkları için asılan, yakılan, aforoz edilen nice değeri lanetlerken, bugün onlar sayesinde elde ettikleri nimetleri tepe tepe kullanan bir dünyadan ve insanlıktan, kısaca trajikomik bir yüzsüzlükten söz ediyoruz.

Egemenler ve sistemleri, düşünceyi, bilimi ve sanatı yalnızca emirlerinde tuttukları kadar ve makul onayı hak ettikleri sürece severler, koşul ve olanak bahşederler. Oysa düşünce, bilim ve sanat mutlakıyeti reddettiği, laik ya da seküler olduğu, olanla yetinmediği, çelişki ve çatışmaların üstüne gittiği için, en önemlisi özgürlükten ve özerklikten beslendiği oranda vardır. Çağdaş insan ve toplum olmak, bu gerçeği kabul etmekle, buna yakışır sistemi ve kurumsallaşmayı başarmakla mümkündür. Tümceyi tersinden okursak, bugün “Yeni Ortaçağ” diye tanımladığımız ve dünyayı teslim almaya çalışan küresel sistem ve onun coğrafyalardaki temsilcileri ile bunu başarmak mümkün değildir. Tam da bu çelişkilerle örülmüş bir kaosta bunalıyor, yoruluyor ve savruluyoruz. Zamanlarımız tükeniyor, kurumlarımız güvenilirliğini yitiriyor, en değerli hazinemiz olan insan kaynaklarımız kuruyor.

Bunun en tipik örneği de, düşünce, bilim ve sanatı temel alarak kurulmuş olan (olması gereken) üniversitelerimizin durumudur. Dünya üniversite liginde kaçının yer aldığını, henüz yalanlanmayan araştırmalara göre, başlarında bulunanlardan 68’inin neden 0 (yazıyla sıfır) yayına sahip olduğunu, özellikle akıl ve mantık yürütülmesi gereken dallara ait sınavlarda gençlerimizin neden sapır sapır döküldüğünü sorgulamıyor ve kaygıya düşmüyorsak, elbette bu örneğin hiçbir anlamı yoktur. Hayatın her alanında bin sorun yaşanırken, üniversitelerimizin bunlara dair susması ve alternatifler sunmaması ise bir başka trajik durumdur.

Üniversiteler sistemin ve egemenin arka bahçesi değildir. Üniversite ya da akademi, dokunulmazlığından, özgürlük ve özerkliğinden vaz geçtiği anda, egemene yaklaşır. Bu durum, akıldan, bilimden, düşünceden ve üretimden uzaklaşmanın da itirafıdır. Bir yandan bu duruma karşı çıkanları “siyasileşiyor” diye ötekileştirip itibarsızlaştırmaya çalışırken; bir yandan kendi kadrolarından insanları, hiçbir kaygı duymadan üniversitelerin başına geçirmek ve orada burada levhasında “üniversite” diye yazan binalar açmak, günümüzün hazin fotoğrafıdır.

Doç. Dr. Oktay Gökdemir, bu gidişata itiraz ettiği için cezalandırılmaktadır. Tarihe düşkünlüğünü, geçmişe bağlılığını söylem ve uygulamalarının başat gerekçesi olarak duyuran, model olarak alıp günümüze uyarlamaya çalışan anlayışın ve temsilcilerinin, bir tarih bilimcisine karşı tavırları ilginç ve hayli manidardır.

Görüşlerine ve üslubuna karşı çıkabilirsiniz. Ama bir akademisyene ve hocaya itiraz etmenin tek koşulu, aynen onun yaptığı gibi düşünceyle, bilimsel ve somut verilerle olabilir. Bu ülke onu, kürsüde ders vermek için yetiştirdi, bir sandalye üstünde basın açıklaması yapmak zorunda kalsın diye değil. Yaşadıklarına itirazı ve duruşu onun için bir onurdur. Peki ya bizim için, bu ülke için nedir? Yanıt vermek için, önce üniversitelerimizin durumuna bakmak, sonra da Doç. Dr. Gökdemir’in açıklamasını okumak gerekmektedir.