Göç

Abone Ol

Yarım asrı bir iki yıl geçmiştir, çok uzun yıllar önce geldim İzmir’e. Çınarlı’da iki göz bir ev, demiryolunun öte tarafında Yeni İzmir İlkokulu, Altınyol’un bıçak gibi kesip ayırdığı ve artık bataklığa dönüşen deniz artığı bir gölcük, dedemin gece bekçisi olduğu Kısmet Kuru Temizleme. İşte böyle başladı İzmirliliğim ve gerisi “Çınarlı Mersinli, Bir Çocukluğun Coğrafyası” (Heyamola Yayınları) kitabımın sayfalarındadır. Görece başarılarıyla, makamları, paraları, falanı filanıyla övünenler bana göre saçma sapan tiplerdir ya, ben ancak ve ancak bir özelliğimle övünmeye hakkım olduğuna inanırım. Çünkü -mütevazı olamayacağım- ömrümün en büyük meselelerinden ve mesailerinden biridir: İzmir ve İzmirlilik! Bilmem bunun kent şovenizmiyle, ayakları yere basmayan şair ve şiir olduğunu iddia eden tuhaflıklarla, artık bıkkınlık veren “gevrek, domat, çiğdem, asfalya” teranesiyle falan zerre kadar ilgisi olmadığını anımsatmaya gerek var mı? Ama hala ne demek istediğimi anlamayanların, su içinde ve konusu yalnızca İzmir olan 2000’e yakın yazımı, şiirimi, oyunumu okumalarında, izlemelerinde mutlak gerek var.

Çınarlı, Mersinli, Çamdibi, Eşrefpaşa, Kako Durağı, Altıntaş, Güzelyalı, Üçkuyular, Karataş, Oyak Sitesi, Hatay, Beton Yol, Askeri Hastane arkası, Esentepe, Karaburun, Urla İskele, Bademler, Ulucak, sonra yine Bademler ve şimdi yeniden Ulucak. Unuttuklarım var mıdır bilemem, Basmane otellerinden dost evlerine uzanan konuklukları, Çamdibi’nden Alsancak’a, oradan Narlıdere’ye uzanan okulları, hemen her semte dağılan medar-ı maişet adreslerini falan saymazsak, sırasını şaşırabilirim ama bu kentteki ilmühaber toplamım sanırım bunlardan oluşur. O şiirleri, yazıları, oyunları ya da bir kente dair tüm derdimi özetleyen “Üstüm başım İzmir” sözünü nereden akıl edip yazdığımı merak edenleri, bir kere de buradan yanıtlamış bulunuyorum. “Kent içi göç olgusu ve yansımaları” benzeri araştırma yapanlar isterlerse, gazete aracılığıyla bana ulaşabilirler, onlara neler anlatırım neler! İşin şakası bir yana, bu kenti dolu dolu yaşamamın bir gerekçesi de işte bu göç halidir. Şimdi tam anlamıyla yerleşmemiş bir evin, hiç yerleşilmemiş ve yazara ayrılmış küçük odasında, Ulucak’ın son adres olduğunu düşünüyor ve temenni ediyorum.

Bir köyden bir köye… Daha doğrusu -akıl alır gibi değil- bir mahalleden bir mahalleye! Niye akıl alır gibi değil, anlatayım. Her günü, her anı, her saniyesi türlü saçmalıklarla, sıkıntılarla, hadiselerle dolu olan, bunun için elden gelenin taammüden yapıldığı bir ülkenin bilmediği, algılayamadığı bir gerçek var. Bu gerçeği ne yazık ki, ne lacivert takımlı, ne abiye tayyörlü siyasilerimiz, ne de yahu bunları yazmayıp da neleri yazacaksınız desen yüzüne aval aval bakacak basınımız halkıyla, ülkesiyle paylaştı. Bu gerçek şuydu: 2014 yerel seçimlerinden sonra yürürlüğe giren yasayla, büyükşehirler bütünbirşeyler oldu ve bir gecede bunlara bağlı 6000 küsur köy, birden “mahalle”ye dönüşüverdi. Peki, sonra ne oldu?

Ne olacak, göçtüğüm Bademler’de, konduğum Ulucak’ta ne olduysa o oldu! Akıllı olmakla kurnaz olmanın bitmeyen mücadelesinde, kurnazlık bir kere daha aklı çiğnedi geçti. İmara açılan bir zamanların yediveren toprakları, tarlaları, bahçeleri parça parça arsaya dönüştü. Şimdi o bir zamanların köyleri olan mahallelerde, o arsaların üstünde sıra sıra binalar var ve her gün bir yenisi ekleniyor. Bağından bahçesinden, ağılından kilerinden etini, sütünü, sebzesini, ekmeğini tatlısını derleyenler, artık köylerinin –pardon, mahallelerinin!- her köşesinde açılan süpermarketlere talim ediyor. Tavuk horoz inek öküz sesi yok artık, o kendine özgü koku sokakları terk etti gitti. Bir köy –pardon, mahalle!- efsanesidir gidiyor nicedir, doğru olup olmadığını yakında anlarız nasılsa! O da şudur: köylerimizin –pardon, mahallelerimizin!- kurnaz ahalisi, “sıcak para” aşkıyla dilimleyip dilimleyip sattıkları ata yadigârı toprakları alanların yanında, şimdi şoför falan olarak çalışmaktadır. Çünkü “sıcak para” suyunu çekmiştir, çünkü hazıra dağ dayanmamıştır. Zaten yavaş yavaş ortalıkta dağ da kalmamaktadır, çünkü ölümcül bir yağ lekesi, beton, çelik, aç gözlülük olarak hızla yayılmaktadır. “TOKİ zihniyeti” nezdinde, doğayla uyumun, birikime eklenmenin, kültüre yakışmanın herhangi bir değeri yoktur. Akdeniz Ege kültürüyle binlerce yıldır hemhal olan o köylerde –pardon, mahallelerde!- ancak İsveç’in kutup bölgelerinde görülecek zevksiz, özenti zavallısı sivri çatılı evler, toprakla iklimle kültürle zerre kadar ilgisi olmayan şatovari yüksek duvarlı, korkak kişiliksiz yabancı ötesi şeyler boy göstermektedir.

İşbu yüzden, “olmayanın hasatı bir şey şenliği”, “üç göbek beş çiçek hoş beş festivali”, “zeytin sıkma neşesi”, “ata tohumuna rahmet kermesi”, “kooperatif protokol foto safarisi” gibisinden –Aziz Kocaoğlu başkanın deyimiyle- ”Gazozuna İşler”; insan zekâsıyla alay etmenin ve kalaylı laci-deve tüyü tayyör üstüne “yağlık, mendil, tülbent” takmanın ötesine geçememektedir.

İşin yerel-ulusal-evrensel sanat, kültürel hafıza, imece, köy mallarına çökme gibi türlü meselesi vardır ki, hepsini konuşacağız.

Galiba en acı göç, bir halkın ve memleketin kendini bırakıp, bir bilinmeze gitmesidir. Ne dersiniz?