Söke yakınlarındaki Magnesia Antik Kenti’nde bulunan stadion 25 kişilik seyirci kapasitesi ile dünyanın en korunmuş stadionu olarak biliniyor.

Son yolculuğumuzda Söke yakınlarındaki Magnesia Antik Kenti’nde başlayan ve Karina sahilinde gün biterken noktalanan nefes nefese bir fotoğraf serüveni yaşadık.
İzmir-Aydın Otoyolu üzerinde Söke sapağından girdikten birkaç kilometre sonra Söke Ovası’na inmeden yemyeşil doğanın tam ortasında karşımıza çıkar Magnesia… Adını duymayan yoktur. İlk kazılarının 1891 yılında yapıldığı ve o yıllarda diğer bütün antik kentlerde olduğu gibi çıkarılan eserlerin büyük bölümünün yurt dışına kaçırıldığı Magnesia’yı bize kalan haliyle tanıtalım dilerseniz.

1.5 KİLOMETRE ÇAPINDA




Kent, kuruluşunun anlatıldığı efsaneye ve antik kaynaklara göre Thessalia'dan gelen ve Magnetler olarak isimlendirilen bir kavim tarafından kurulmuş. Menderes'in sürekli yatak değiştirip taşması sonucu oluşan salgın hastalıklar ve Perslere karşı daha emin bir kent kurma zorunda kalmaları nedeniyle Magnetler, İ.Ö. 400 yıllarında kenti bugünkü yerinde, Gümüşçay'ın yanında yeniden kurmuşlar.

Magnesia, bir kent suru ile çevrili, yaklaşık 1.5 kilometre çapında bir alanı kapsayan, ızgara planlı cadde ve sokak sistemine sahip bir kent olarak biliniyor. Magnesia antik kenti fazla yıkım ve tahribata uğramamış. Bunda nehir taşmalarının ve Gümüş Dağı'ndan inen yağmur sularının getirdiği mil tabakasının kenti örtmesinin de payı yüksek. Magnesia'da ilk kazılar kısa süreli bazı araştırmalardan sonra 1891 yılında Berlin Müzesi adına Carl Humann tarafından yapılmış. 21 ay süren bu kazılarda tiyatro, Artemis tapınağı ve sunağı, agora, Zeus tapınağı ve prytaneion kısmen ya da tamamen ortaya çıkarılmış.

Magnesia'da bulunan eserler Paris, Berlin ve İstanbul müzelerinde sergileniyor. 1893 yılında sona eren kazılardan yaklaşık 100 yıl sonra, Magnesia'da kazılara 1984 yılında Kültür Bakanlığı ve Ankara Üniversitesi adına yeniden başlandığını öğreniyoruz.

Magnesia’nın en önemli yapılarından biri Artemis Leukophryene tapınağı. Tapınak, İon düzeninde 8 x 15 sütunlu olup 67.50 x 40 metreyi bulan boyutlarıyla Anadolu'nun 4. büyük tapınağı. Tapınağın önünde "U" formlu planıyla Bergama Zeus sunağına öncülük eden bir sunak bulunmaktaydı. Sunak, yüksekliği iki insan boyuna ulaşan kabartma ve heykellerle bezenmişti. Magnesia'daki diğer önemli bir yapı ise bugün toprak altında kalmış olan tiyatro. 100 yıl önceki kazılardan sonra yeniden toprakla örtülen diğer yapıların başında yine agora ve Zeus tapınağı geliyor. Agoradaki Zeus tapınağının cephesi bugün Berlin Bergama Müzesi'nde sergileniyor. O dönemde bu toprakların ne denli sahipsiz olduğunun anlaşılması açısından bu da önemli örneklerden biri… Magnesia'da bugün görülebilen diğer gymnasion, Milet'teki Faustina hamamının küçük bir kopyası olan hamam, tiyatro ile Artemision arasında yer alan odeion, 25.000 kişilik stadion, su yolu theatron olarak adlandırılan, tiyatro planlı bitmemiş bir yapı, çarşı bazilikası.
Stadion dünyanın en iyi korunmuş stadionu. Pist uzunluğu 189 metre, yapıda 150 kabartma ve yazıt var. MS. Yüzyıl’a kadar kullanıldığı biliniyor.

LEYLEKLER ARASINDA




Önümüzdeki başka önemli duraklar da vardı. Magnesia’yı yeşillikler, çiçekler arasında bırakıp Leylek Köyü olarak da bilinen Avşar Köyü’ne hareket ettik. Avşar Köyü 1892 yılında Menteşoğulları’ndan İlyas Bey ve Özbaş ailelerine ait olan bir dağ eteğinde kurulmuş. Avşar Köyü, Söke-Didim karayolunun 1 kilometre içerisinde bulunan Sarıkemer kasabasına 6 kilometre uzaklıkta yaklaşık 500 nüfuslu bir köy…
Burası Yörük köyü. Köy yakınlarında, İyonlar zamanında yapılmış Myus Antik Kenti’nin kalıntıları da bulunuyor. Avşar Köyü leylek turizmi açısından önemli bir yere sahip. Çevrede çok önemli sulak beslenme alanları da olduğu için her yıl ilkbaharda yüzlerce leylek köye yerleşiyor ve Ağustos ayı başına kadar burada kalıyor. Leylekler için doğal yaşam alanı olarak belirlenen köyde leyleklerin en önemli koruyucusu köy halkı… İnsanoğlu ile iç içe yaşamaya alışkın leylekler bu yüzden hiç rahatsız değiller… Sokak aralarında dolaşırken köydeki birçok evin bacasına yuva yapmış leyleklerin takırtılarını duymak mümkün.

AZAP GÖLÜ’NDE MOLA


Avşar Köyü yakınlarındaki kuş alanı Azap Gölü çevresinde de mola veriyoruz bir süre… Birçok kuş türünün barındığı küçük göl sessizliği ve sazlıklarla süslü yüzeyi ile fotoğraf sevdalıları için ideal çekim alanlarından biri.
Avşar’dan dönüşte Bafa Gölü’nün kuzey sahilinde Menderes hem denize hem de göle aktığı Serçin Köyü’ne de uğradık. Aydın Büyükşehir Belediyesi tarafından Tabiat Alanı ilan edilen köy yakınlarında, onlarca balıkçı teknesinin bağlandığı sahilde, balıkçılarla sohbet ettik, teknelerin aralarında sakince dolaşan balıkçılların, killi kum tepeciklerine yuva yapmaya çalışan kum kırlangıçlarının fotoğraflarını çektik.


DOĞANBEY’DEYİZ


Daha geceye çok vardı ve sonraki durağımız meraklıların uğrak yeri Domatia-Doğanbey Köyü’ydü. Geçmişi M.Ö. 7’inci yüzyıla kadar uzanan eski Doğanbey Köyü, bu köyü ve buraya ait kültürel zenginlikleri korumayı ve yaşatmayı amaçlayan kişilerin çabasıyla yeniden yaşanan bir yer haline geldi. Eski Doğanbey Köyü M.Ö. 7’inci yüzyıldan günümüze uzanan bir geçmişe sahip. Yakın çevresinde; eski gümrük binalarının olduğu Karina, antik yerleşim Tebai ve Lade Adası bulunuyor. Mykale (Samsun) Dağları'nın güney yamacına dayalı, milli parkın delta alanına yukarıdan bakan ve 1924'e kadar Rumların yaşadığı bir köy. Bugün Söke ilçesine bağlı tarihi Priene kenti ile Güllübahçe yolunun ilerisinde Tuzburgazı ve Atburgazı köylerinin hemen ardında yer alan bölgedeki son yerleşim yeri.


ÇİÇEKLER İÇİNDE


Köyün ismi Domatia, Nmotia veya Yeni Nmotia'dan geliyor. Eskiden evler büyük bir ormanın içerisinde birbirinden ayrı, her biri büyük avlulara sahip oda şeklinde inşaa edilirmiş ve bu odalara Rumca’da Domatia denilmiş. Rum mimarisinin karakteristik özelliklerini taşıyan usta taş işçiliğinin ilk bakışta göze çarptığı, sivil mimari dediğimiz Doğanbey evleri, dükkanları, şapel dediğimiz yapı ve hastanesi ile Arnavut kaldırımı şeklinde döşenmiş dar taş sokakları gibi Türk mimarisinin güzel örneklerini köy bir arada sergiliyor. Sadece mimarisi değil 1996'daki yangından sonra her ne kadar yeşilini kaybetmiş olsa da sırtını dayadığı dağın yamacında bugün Şorlak denen şelalesi, içinden akan nehri de görülmeye değer. Köy yavaş yavaş yeşiline kavuşsa da şelaleden sadece yağış mevsiminde su akıyor.
Mübadele sırasında buradaki evlerini terk ederek yeni yerlerine göç edenlerin anlaşılabilir duygusal nedenlerle ayrıldıkları evlerini tahrip etmeleri, bölgenin, yerleştirilen göçmenlerin yaşamına uygun olmayışı, sokaklarının dar ve dik oluşu aşırı rüzgar alması ve tarım arazilerine uzak oluşu) gibi nedenlerle 1985 yılında köy tamamen boşaltıldı ve Yeni Doğanbey adıyla yeni bir yerleşim yeri kuruldu. Bu tarihten itibaren köyün kaderi yine değişti.

VARLIKLILAR YAŞIYOR


Doğanbey'deki Rum evlerinin büyük bölümü aslına sadık kalmak koşulu ile restore edildi. Burası zamanla tarihi dokuyu korumayı amaçlamış, doğasever zenginlerin yaşadığı bir köy haline geldi. Sırtını dağa yaslamış mimari harikası taş evler aynı zamanda deniz manzaralı. Sokaklar arnavut kaldırımlı, bahçeler bakımlı. Birkaç saat süren ve tadına doyamadığımız gezinin ardından acıktığımızı hissettik.
Büyük bir telaşla deniz kenarına inip Karina’nın benzersiz günbatımını fotoğrafladık. Ardından günümüzü Karina Restoran’da harika bir yemekle noktaladık.