Büyük düşünür, devlet adamı ve tarihçi İbn-i Haldun (1332 Tunus-1406 Kahire) “coğrafya kaderdir” diyor. Bu söz, toprak, su, iklim, çevre koşulları, bitki ve hayvan örtüsü, kısaca doğanın orada yaşayanlara bağışladığı ya da esirgediği, özgünlük ve karakter veren koşulların ve ortamın özetidir. Bir yerin tarihi, toplumsal yapısı, üretim ilişkileri, “kültür” olarak genellediğimiz birikimleri, kısaca genleri ve belleği bu özetin nedeni ve sonucudur. Nedenler ve sonuçlar, o coğrafyada zincirleme olarak birbirini izler ve devasa İnsanlık Tarihi’nin sayfaları arasında “kendine özgü” bir yer alır. Bu nedenle hiçbir bölge, ülke ya da coğrafya, toptancı ya da “kül” bir yaklaşımla irdelenemez, tartışılamaz ve onlara dair “kestirme” öngörü, teklif ve temennilerde bulunulamaz. Her türlü emperyalist saldırganlığı reddetmek, bu nedenle hak ve görevdir. Çözümleri, o coğrafyanın koşulları ve o koşulların dayattığı ihtiyaçlar belirler. Bugün dillerin, üretim biçimlerinin, alışkanlıkların, barınmadan beslenmeye giyimden inanca gösterdiği farklılık ve çeşitlilik bundandır. Bunları bir yeryüzü zenginliği ve olanağı olarak görüp görmemek, değerlendirip değerlendirmemek, dünya görüşünün kalibresine bağlıdır. Tarih, biraz da bu gerçeğe nasıl yaklaşıldığının ve sonuçlarının tutanağıdır.

İlhan Pınar’ın el emeği göz nuru ve tam adı “Hacılar, Seyyahlar, Misyonerler ve İZMİR, Yabancıların Gözüyle Osmanlı Döneminde İzmir 1608-1918” olan çalışmasını okurken (İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı Yayınları, 2001), sık sık İbn-i Haldun’un sözünün ne anlama geldiğini, bugüne nasıl tahvil edilmesi gerektiğini düşündüm. Kimi oryantalist, emperyalist ya da din servis memuru zihniyetiyle yazılmışsa da, bu “gezi notları” kentimizin genleri ve belleği konusunda eşsiz bir başvuru kaynağıdır. Yakın dönemin 300 yıllık kent fotoğrafını sunan çalışmanın, özellikle belediye başkan adaylarının, danışmanlarının, bürokratlarının okumasında yarar vardır.

Artık bıkkınlık veren “rakı balık roka, çiğdem boyoz asfalya, kızlar imbatta buluşalım mı Kordon’da?” teranelerinin ötesinde bir İzmir algısının gerektiğine inanıyorsak, kentin genlerine ve belleğine bir yolculuk yapmaya zorunluyuz. Ahmet Piriştina gibi başkanlar ile emeğini ve terini esirgemeyen değerli araştırmacıları saygı ve sevgiyle anıyor, selamlıyor, hepimize örnek olmalarını diliyorum.

Kent ya da ülke üstüne böylesi okumaları, oranlama ve çıkarımları, bilimin ve aklın ışığında yapamamak “sağ”ın sefaletinin, “sol”un hayatla buluşma ve kendini anlatamama yetersizliğinin, “liberalizm”in savrukluğunun, nihayet bireylerin ve toplumun dünsüzlük ve yarınsızlık arasında hasbelkader yaşamasının en önemli nedenidir. Bundan kim kazançlı çıkıyor diyorsak, önereceğim tek şey, kentte şöyle bir dolaşıp İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözünü unutmadan, İzmir’e ne yapıldığını ve neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini düşünmemiz olacaktır. Bunun için ille vali, kaymakam, belediye başkanı olmamız gerekmez. Onlar gelip geçicidir. Kentlilik, yurttaşlık, yurtseverlik, düne saygı bugünü sahiplenme ve yarına sorumluluk duygumuz körelmişse, doğmasak bile doyduğumuz ve kendimizi tanımladığımız bu kente karşı vicdani, ahlaki ve insani duruşumuz sıfırlanmışsa, yakınma ve talep etme hakkımız da yoktur. Çünkü kader, kedere dönüşmüş demektir. Geçmiş olsun.

“İzmir, çağdaşlığın, çok sesliliğin, demokrasinin, laikliğin, özgürlüğün kalesidir”, evet doğru. Ama neden? Bu kent, onca göçe ve elden gelen her şey yapılmasına rağmen, nasıl oluyor da bu niteliklerini koruyor? Genlerini ve belleğini bilmeden verilecek her yanıt hamaset, dönüştürmeyi düşleyen her yobazlık cehalet ve skandal kokacaktır. Çılgın projeler, uçuk kaçık vaatler, geçiniz. Önce İzmir’le tanışmayı, okumayı, öğrenmeyi ve içselleştirmeyi başarınız. İzmir’den gösterilecek böylesi bir duruş, bu ülkeye soluk, umut ve cesaret verecektir. Bunu görmemiz için, bu kentin tarihi ve coğrafyası daha ne yapsın, ne söylesin?