Bir süre önce (28 Mart 2019 Perşembe) günü Halk TV, Erdoğan’ın konuşmalarından “Bay Kemal” seslenişlerini cımbızlayıp bir araya getirdiği ve parçalar arasına kısacık eleştiriler ekleyerek kurguladığı ilginç bir “klip” yayınladı. Böylece “Reis” karşıtlarını keyiflendirecek, (eğer izlemişlerse) yandaşlarını kızdıracak canlı bir “parodi” ortaya çıkmıştı. En yüksek düzeydeki bir hiddet söylemi ancak böyle yumuşatılabilirdi! “Bay Kemal”in yineleme sıklığı ile araya serpiştirilen kısa eleştiri sözleri kurgulamaya bir derinlik kazandırmış. Bu, güler yüzün bir başarısıydı. Tıpkı İmamoğlu’nunki gibi...

***

Sayın Erdoğan, kendisine “diktatör” diyenleri “en sert biçimde” yalanladığına göre, “Türkiye gibi büyük bir ülkeyi en tepeden yöneten bir devlet adamı hiç yalan söyler mi?” diyesi geliyor insanın. Bu düşünceyle nasıl olsa herşeyi zaman gösterir diyerek, böyle bir “kuru iftira”ya ben de hemen inanmak istemiyorum.

Gerçekliği kanıtlanmış dünyaca ünlü diktatörlere gelince, kendi halkları tarafından, ancak onlar devrildikten sonra “diktatör” denilebilmiştir. Öyle olmasaydı, nerdeyse bütün bir Alman kitlesinin taparcasına sever göründüğü Hitler devrilir devrilmez, hemen demokrasiye geçebilir miydi? Aynı şey Mussolini, Franco, Salazar, Pinocet ve sözde sosyalist diktatörler için de geçerlidir. Böylelerinin nasıl büyük bir özgüven içinde, son kertede ağır baskı, şiddet ve kitle kıyımına başvurabildiklerine gelince, sanırım bunun nedeni, aynı etki gücünü sonsuza değin koruyabileceklerine kendileri gibi kitlelerin de inanmış olmasıdır.

***

Yıllar önce bir gerilim filmi görmüştüm. Orada sınırsız zalimliğiyle öne çıkan başkahraman, annesinin kendisini durdurmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, işlediği birbirinden acımasız şiddet uygulamalarını sürdürmekle kalmıyor, her seferinde daha beterine başvuruyordu. Filmin sonuna doğru kendisi için her şeyin bittiği anda (çünkü kendi eliyle ateşe verdiği bir apartmanın merdivenlerini tırmanıyordu), yani kesin ölüme giderken, annesine seslenerek, “Anne, ben duramıyorum; yukarlara, daha yukarlara, daha daha yukarlara tırmanmak zorundayım. Elimde değil…” diye bağırarak gözden kaybolmuştu…

***

Diktatörlükten demokrasiye geçişte en çok ses getiren “figür” hiç kuşkusuz Hitler olmuştur. Onun devrilmesini izleyen 20'nci yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olanlar, birbirinden tiksindirici, öyle olduğu denli de eğlenceli Hitler öykülerini anımsarlar... “Heil Hitler!” çığlığı dışında hiçbir anlamlı sözün seçilemediği kaos benzeri mitinglerde, milyonlara karşı kâkülü yana dökülmüş bir buyurganın aynı anlamsız (gelen) haykırışları belleklere kazınmıştır. Belli ki Hitler o kalabalıklara, kalabalıklar da Hitler’e güç ve moral veriyordu…

Hitler, ABD öncülüğündeki Batılı müttefik güçlerin ortak eylemiyle devrildi. Alman halkı bunu yapamazdı, Führer hayranlığı buna engeldi. Çünkü öyle bir yaymaca (propaganda) tezgâhından geçmişlerdi ki, içinde yaşadıkları dünyanın dışını düşman bellemişlerdi. Günümüzde buna “algı operasyonu” diyorlar. Keşke Hitler kendi halkının bilinçlice güçlenip başkaldırmasıyla devrilseydi, biraz daha rahat ölebilirdi. Her neyse…

İleride, Hitler dönemi için açık seçik bir tarih yazılmakla kalınmadı, demokrasiye geçildi; dünya, daha kesin sınırlarla ikiye ayrıldı; yazarlara ve sanatçılara bol malzeme çıktı.

***

Almanya’nın, en azından Batı Almanya’nın demokrasiye geçişi hiç gecikmedi. Derler ki değirmenci, değirmeninin dayanılmaz gürültüsü içinde uyurmuş; o gürültü kesilir kesilmez de uyanırmış. Almanya’nın demokrasiye dönüşümü de böyle oldu. Öteki diktatörlerin düşmesi işten bile değildi, çünkü faşist dayanışmanın başı ezilmişti. Sovyetler Birliği'nin dağılması da kendiliğinden oldu. Sorun, krallık ya da cumhuriyette de değil. Önemli olan bütüncül halk istencinin anayasa ve yasalarla etkin biçimde yönlendirici olmasıdır.

Şimdi bizim kafamız uğultulu. Bir gün gelecek tarih baba işin doğrusunu yazacaktır.