Halkların, ulusların, ülkelerin geleceğini seçme ya da belirleme hakları, aydınlanma çağının eseridir. O güne kadar, beylerin, ağaların, kralların, imparatorların, din ve feodalizmin belirlediği hayat ve sistem biçimleri, bilimin ve felsefenin yol göstermesiyle sorgulanmaya başlamış, dünyanın böyle gitmeyeceği anlaşılmış ve demokrasi bilinci giderek serpilen bir ağaç gibi meyvelerini vermeye koyulmuştur. Bu kısa özette, koskoca bir insanlık tarihi vardır. Ellerindeki iktidarı halka vermek istemeyenlerin yol açtığı katliamlar, halkların ve ulusların bunlara karşı direnişi, nihayet devrimler ve yıkılan tahtlar, devrilen taçlar, dünyaya yeni bir gelecek biçmiştir.
İnsanlık tarihi, geleceği seçmenin ve dünyayı daha yaşanır ve daha insani kılmanın öyküsüdür. İnsan yaşadıkça, bu öykü sürecektir. Biz şimdi onun, yeni bir gelecek adına çekilen sancılı bir sürecindeyiz. Bu süreç, özellikle dünyanın sömürülen topraklarının, ülkelerinin ve sınıflarının, geleceği yeniden seçme ve belirleme eşiğinde olduğuna dair hayli alamet taşımaktadır. “Tarihin sonu” iddiaları ne kadar mavraysa, yaşananları yalnızca kadere, şansa, talihe bağlamak da o kadar palavradır. Gerçek olan ise, bu mavraların ve palavraların, bizzat egemenlerce planlı programlı ve her türlü alçaklığı kullanarak uyguladıkları, yalanlarla soslanmış antidemokratik politikalar olmasıdır.

Küreselleşme saçmalığıyla, dünyanın bin rengiyle uyumlu yaşanacak bir bahçe olduğu-olması gerektiği inancından insanlığı uzaklaştırarak, yeryüzünü kocaman bir pazar yerine çevirmek ve kahrolası iktidarlarını, dinden renge, kültürden kökene her zenginliği birbirine düşman etmek pahasına korumak isteyenler yüzünden, dünya bugün yeni bir cehennemden geçmektedir. Savaşların, katliamların, terörün, yoksulluk ve yoksunlukların en büyük nedeni budur. Terörle doldurdukları kan çanaklarından yalanmayı, din, dil, ırk, milliyet mücadelesi sanan cehaletin manyaklar ordusu ile taşeron işbirlikçiler, dünyanın her yerinde tarihe yeni utanç sayfaları eklemektedir. Yeni bir Orta Çağ’dan geçiyoruz derken, işte biz bunlardan söz ediyoruz. Ama biz onu ortadan kaldıran Rönesans’ı da biliyor, o yüzden umudumuzu asla Orta Çağ karanlığına teslim etmiyoruz, etmeyeceğiz. Bu bir insanlık görevi ve sorumluluğudur.

Tarih hep mutlu sonlardan değil, aldanışlardan, savrulmalardan, bunların yol açtığı savaşlardan ve yıkımlardan da söz eder. Geleceği seçiyorum derken, coğrafyasını alçaklara teslim eden halkların ve ulusların hazin sonlarını ne kadar acıyla anımsıyorsak, halk ve ulus olmanın bayrağını yükseltenleri de, insanlık adına onurla selamlıyoruz.

Biz, bu öyküden yeterince pay almış bir ülkeyiz. Kimi utanmazların “parantez” diye adlandırdıkları Cumhuriyet sayesinde soluk alıp, gelecek seçimini yapan ve devrimsel atılımlarla pekiştiren bu ülke, ne yazık ki hiçbir zaman rahat bırakılmadı. Cumhuriyet değerlerini ve vizyonunu asla benimsemeyenler ile çıktığı yumurtayı beğenmeyenler koalisyonu, yüz yıl geçmeden burnunuzdan getireceğiz diyen emperyalizmle işbirliği yaparak, tüm gelişme ve ilerleme yollarını tıkamaya çalışarak, algıları dinamitlemek için elinden geleni yaptı. Gericisi bölücüsü, yobazı boş vermişi, teröristi ajanı, demokrasiden nasibini almamış darbecisi, demokrasiyi yan gelip yatmak sayanı ve günde beş kere Atatürk demekle Cumhuriyetçi olduğunu düşüneni… Bu korkunç ihanet ve aymazlık koalisyonuna rağmen, hala ayakta durmamız, gerçekten bir mucizedir. Bu mucizenin mimarı, Kurtuluş Savaşını destanlaştırıp, ilk 15-20 yıllık süreçte “yurttaşlık”, “vatandaşlık”, “birey”, "toplum” kavramlarını, hak ve sorumluluklarıyla benimseten ve kurumsallaştıranlardır. Hiçbir şey bilmiyorsak, bari haddimizi bilelim. Kurnazlığa, cehalete, korkuya, biat ve icazete sığınmakla, bu kavramlara yakışılamayacağı, daha kaç kez kanıtlansın?

16 Nisan, geleceği seçme konusunda, yeni ve tarihsel bir dönemeçtir. “Kendi kaderini tayin etmek” evrensel bir haktır. Bu hakkı kullanmak, “yurttaş” ve “halk” olmayı gerektiriyor. Yerine getirmeyenlerin başardığını, tarih hiçbir yerde yazmıyor.