Anadolu’nun birçok kenti Osmanlı idaresi altında kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olmasına rağmen, bunlardan hiçbiri, çok farklı etnik grupları barındırdığı için, Antakya’nın nüfus yapısıyla karşılaştırılamaz. Antakya, belki Anadolu’da sadece İzmir ile karşılaştırılabilir

Antakya, nüfus yapısı açısından, Osmanlı Anadolusunun en dikkat çekici kentlerinden biri olmuştur. Anadolu’nun birçok kenti Osmanlı idaresi altında kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olmasına rağmen, bunlardan hiçbiri, çok farklı etnik grupları barındırdığı için, Antakya’nın nüfus yapısıyla karşılaştırılamaz. Belki Anadolu’da sadece İzmir ile karşılaştırılabilir. Aslında Antakya Osmanlılar döneminde coğrafi ve kültürel olarak Anadolu coğrafyasından değil, Arap coğrafyasından addedilmiştir. İdari bakımdan Halep’e bağlı olan kent, büyük ölçüde Suriye veya Çukurova kentlerinden sayılabilir. On altıncı yüzyıl sonlarına ait bir Osmanlı nüfus sayım defterine göre, Antakya ve çevresi, Halep’e bağlı olarak, Kefertab, Şiriz, Sermin, Cebel-i Sumak, Halka, Zaviye, Cebel-i Ben-i Alim, Mizyaf, Ruc, Cebel-i Sem’an, Matah, Cebbul, Bab, Menbic, Ravendan, Amik, Derbisak, Bakraz, Süveydiye, Altınözü, Cebel-i Kusayr, Şuğur, Cebel-i Akra, Harim, Cebel-i Barişa ve Cebel-i A’la bölgelerinden oluşur. Bu bölgelerin bir kısmı zamanımızda Suriye devletinin sınırları içindedir. Bunlardan Süveydiye (Samandağı) Türkiye sınırları içinde kalmıştır. On altıncı yüzyılda Antakya kent merkezinin nüfusu tamamen Müslümanlar'dan oluşmuştur. Kent merkezinde gayrimüslim nüfus yoktur. Ayrıca Arap olarak belirtilen herhangi bir cemaat veya yerleşik nüfusa da rastlanmaz. Sadece çok az sayıda, Antakya’nın kırsal kesimlerinde Çingen ve Gurbet nüfusa rastlanır. Bunlara ek olarak, Öşürcüyan isimli bir cemaate rastlanır. Antakya, bu devirlerde, iktisadi açıdan mütevazı bir kent görünümdedir.

SU DEĞİRMELERİ

Asi Nehri üzerinde su gücüyle çalışan su değirmeleri, kenti diğer kentlerden ayıran bir özellik olarak görünüyor. Hemen her Osmanlı kentinde olduğu gibi at, köle, hububat ve meyve pazarları mevcuttur. Bal, pekmez, incir, sadeyağ, üzüm ve hububatın satıldığı pazarlar vardır. Bunlara ilave olarak, kumaş boyanan bir boyahane, tabakhane, iplik pazarı, meyhane ve üzüm bağlarıyla dikkati çeker. Meyhanenin kent merkezinde mevcut olması, bu devrilerde, Antakya kırsal nüfusunda gayrimüslim nüfusun mevcut olduğunu gösterir. Antakya, Türkmen aşiretlerinin de kışlağı konumundadır. Hemen belirtmek gerekir ki, 19. yüzyıla kadar, Osmanlı idaresinde yapılan nüfus sayımlarında, Antakya’da, Nusayri ve Arap adı altında farklı bir nüfusa rastlanmaz. Antakya kent merkezinde zamanla birçok İslam mahallesi teşekkül etmiştir. Bunların isimleri şöyledir: Cami-i Kebir, Habibünneccar Camisi, Şeyh Alaeddin b. Şeyh İbrahim el-Halveti Camisi, Erdebil Camisi, Yunus Fakih Camisi, Şam Mescidi, İbn Sofu mescidi, Kubbeli Mescid, Sarı Mahmud Mescidi, Bezirsarayı mescidi, Ağça Mescid, İbn Ruteyl Mescidi, Fıkdan, Şeyh Ahmed, Numan, Meydan, Muin, Hamamcıoğlu, Şeyh Acem, Gazioğlu, Sungurluoğlu, Şeyh Haliloğlu, Musalliye, Umran, Hammareoğlu, İbn Debbus (Dört Ayak), Haraççı Bekir, Hallabünnemle (Basaliye), Kastel, Şirince Pınar, Mahsen, Cüllahan, Keşkekoğlu, Paşa, Mukbil, Şeyh Hamza, Ibn Hummara Suveykası, Şeyh Kasım, Kanavati, İbn seb’ ve Zetyinoğlu isimlerini taşır. Bunlardan başka, başka isimler taşıyan mahalleler de mevcuttur. Dikkat edilirse bu mahallelerin, cami veya mescit etrafında kuruldukları görülür. Bunlar içinde en ünlüsü ve en eskisi, Habibünneccar mahallesidir. Habibünnecar (marangozluk yapan kişi), Kuran’da Yasin suresinde kıssası anlatılan kişidir. Antakya’da ilk tek tanrıya (Hristiyanlığa) inanan kişi olarak bilinir. Aslında bu caminin veya mahallenin bulunduğu yer, Roma devrinde bir tapınak iken, Bizans döneminde de kilise olmuş, İslam devrinde de camiye çevrilmiştir. Bu mahallenin Orta Doğu’nun en eski tarihli tapınaklarından biri olduğu anlaşılmaktadır.

Zamanla Antakya’nın İslam nüfusuna, Museviler, Hristiyanlar ve Avrupalılar eklenecektir. Bu durumda Osmanlılar'ın ilk devirlerinde Antakya’nın asli nüfus yapısının İslamlar'dan oluştuğu belgelenmektedir. Muhtemelen on yedinci yüzyıldan itibaren Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Kürtler, Çingeneler, Avrupalılar, Mağribiler, Amerikalılar (çoğu Protestan misyoner, çok az sayıda), Türkmenler, on dokuzuncu yüzyılda da Araplar, Nusayriler, kent nüfusuna eklemleneceklerdir. 1850’li yıllarda bile Antakya kalesinin askeri önemini koruduğu hesaba katılırsa, tüm bu kentli nüfus büyük ölçüde kale içinde yaşamış görünmektedir. 1842 Osmanlı nüfus sayımına göre, İslamlar dışında üç unsur, Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler, Antakya kent nüfusunu oluşturur. Sayısal olarak sırasıyla Ermeniler (810 erkek), Rumlar (315 erkek) ve Yahudiler (105 erkek) olarak sıralanır. Kürtler, Antakya ile Cisr-i Cedid arasında kalan bölgede bulunan kırsal nüfustur. Türkmenler, Antakya’nın geçici nüfusudur. Kış aylarında kışlamak için Suriye’den Antakya’ya gelirler. İzmir gibi, emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu'na girdiği kentlerden biri olan Antakya’da hemen hemen tüm Avrupalı devletler birer konsolosluk açmışlardır.

KONSOLOSLUKLAR KENTİ

Neredeyse tüm Avrupa devletleri, Amerika ile Rusya, ticari öneminden ve dinsel çeşitliliğinden dolayı, Antakya’da birer konsolosluk açtılar. 1855’ten önce Rus konsolosluğunun mevcut olduğu belgelenebiliyor. 1884’te Alman konsolosluğu aktif halde Antakya’da. Maraş, Lazkıye, Antep, Sayda, Trablusşam ve Antakya’daki Amerikan konsoloslukları, misyonerlik faaliyetleri yaptıkları gerekçesiyle, 1889’da Osmanlı idaresi tarafından kapatıldı. İngiltere ise Antakya’daki işlerini, Halep konsolosunun Antakya’ya atadığı bir temsilci ile yürüttü. Bu vekil veya temsilciler genellikle yörenin Ermenileri olurdu. 1893’te İtalya’nın da bir konsolosluğu burada mevcuttu. Fransa, Danimarka, Sardunya ve İsveç konsolosluklarının yanı sıra, Antakya’da, İran konsolosluğu da mevcuttu. İtalyan Birliği kurulmadan önce (1861’den önce), Toskana Krallığı'nın da Halep konsolosu tarafından Antakya’ya atanan bir vekilin bulunduğunu ve İspanyol tacirlerinin de buraya geldiklerini söyleyelim. Antakya’nın Fransızlar tarafından işgalinden sonra, Türkiye’ye dahil oluncaya kadar, Türkiye Cumhuriyeti de burada bir konsolosluk açtı.

FARKLI BİR KİMLİK: NUSAYRİLER

Nusayriler, Antakya’nın farklı bir yüzüdür. Klasik devirde Osmanlı idaresi Nusayrileri farklı bir etnik veya dinsel grup olarak tanımlamaz. Dolayısıyla, on altıncı yüzyıl Osmanlı nüfus sayımlarında Nusayri sözcüğü geçmez. Bunlar İslami gruplar arasında zikredilmiştir. Osmanlı idaresi tarafından yapılan 1843 Antakya nüfus sayımında, Nusayri tanımlaması yoktur. Bu sözcük muhtemelen emperyalizm ile Fransız ve Amerikan misyonerlerinin bölgedeki faaliyetlerinden sonra resmiyet kazanmış olmalıdır. Yabancı misyonerler, Antakya’nın gayrimüslimlerini (Ermeniler, Nusayriler vb) protestanlaştırma çabasında iken, Osmanlı idaresi de Nusayri gibi farklı İslam mezhepten olan kimi grupları Sünnileştirme çabasına girişmiştir. Bunların Türkçeyi bilmemeleri, Arapça konuşmaları, Osmanlı idaresi tarafından gayrimüslim addedilmelerini sağlamamış, bilakis Nusayriler, Osmanlı idaresince İslam kabul edilerek, Antakya’daki İslam mabetlerinde ibadet etmelerine izin verilmiştir. Nusayri köylerinde camiler yapılmış, Nusayri çocuklarının İslam mekteplerine gitmeleri sağlanmıştır. 1893’te İskenderun ve Antakya’da Osmanlı idaresi on bir Nusayri köyünde cami ve mektep inşa etti. Bu durum, Nusayrileri, Osmanlı ümmetine entegre çabası olarak görünüyor. Nitekim 1893 yılında Osmanlı devletinin Suriye Maarif Müfettişi olan Kemal Halil, Adana, Tarsus ve Antakya’da Nusayrilerin mevcut olduğunu; bunların camilere gidip namaz kıldıklarını, İslamlar ile Nusayriler arasındaki sorunun Samandağı’ndaki (Süveydiye) bahçelerinin tasarrufuyla ilgili olduğunu yazar. Aynı entegrasyon siyaseti, Türkiye’ye ilhak edildikten sonra (1939’den sonra), devlet eliyle Türkçe öğretme ve Nusayri çocuklarının devletin resmi okullarında eğitim almalarını sağlama işi devam etmiştir. Arapça’nın etkisi silinemeyecektir. Antakya’da yayınlanan Yenigün isimli gazete, 1930’lu yıllarda, hem Türkçe hem de Arapça olarak yayınlanmıştır.

FARKLI DİNLERİN MERKEZİ

Osmanlılar devrinde Antakya’da egemen olan din İslamiyet’tir. Bununla beraber, Yahudilik ve Doğu Hristiyanlığına ait hemen hemen her mezhebin bir dinsel makam ve temsilcisini Antakya’da bulmak mümkündür. Antakya’da, Süryani, Rum Ortodoks, Rum Katolik, Rum Melkit, Maruni Patrikleri bulunur. Batılı misyonerler, Doğunun bu Hristiyanlarını himaye etme çabası içine girince, Kapuçin rahipleri, Samandağ’ı Hızırbey köyünde yaptıkları kiliseyi merkez edinerek misyonerlik faaliyetine başladılar. Amerikan Presbiteryen Board Cemiyeti, yerel halkı Katolik ve Protestan etmek için, Zeytuniye köyünde emlak edindi. Şam Fransız konsolosları, Antakya Hristiyanlarını Fransız vatandaşlığına girmeye teşvik ettiler. Samandağı’nda bir okul açtılar. 1881’de burada aynı amaçla bir İngiliz okulu açıldı. Kısacası Antakya, misyonerlerin gözde yerlerinden biri haline geldi. Osmanlı idaresi de Sünni İslamı korumak ve yaymak; aynı zamanda misyonerliği önlemek için çeşitli tedbirler aldı. 1852’de çan çalınması yasaklandı. Sur dışında Asi Nehri kenarında yer alan ve 1802 yılından beri mevcut olan Özbek Tekkesi desteklendi. Yine Asi Nehri kenarında yer alan Nakşibendi Tekkesi'nin vakıfları zenginleştirildi. Antakya’da Alaeddin isimli mevkide yer alan Hasan-ı Basri Türbesi tamir edildi. Şeyh Mehmed-i Acemi tekkesi ki, kendisi Osmanlı idaresi tarafından resmen evliyadan sayıldı, desteklendi. Antakya’da Mevlevihane açıldı ve Osmanlı idaresi tarafından desteklendi. Bu açıdan bakıldığı zaman, Antakya, Osmanlılar devrinde, İslam ile Hristiyanlığın birbirine meydan okuduğu kritik kentlerden biri oldu.

ANTAKYA ERMENİLERİ

Ermeniler, Osmanlı nüfus sayımlarının gösterdiği üzere, Antakya’nın nüfusuna on yedinci yüzyılda eklemlendiler. Emperyalizmin bölgeye ulaşmasıyla birlikte, Avrupalı Hristiyanlarla en evvel işbirliği yapanlar, Ermeniler oldular. Kapitalistlerin, Hint ve İran mallarını Akdeniz’e ucuz şekilde ulaştırmak amacıyla planladıkları Antakya-Basra demiryolu projesi, Ermenilere epeyce kazanç sağladı. Uluslararası tacir ve emperyalistlerin ticari temsilcileri olarak Ermeniler, Avrupalıların himayesini elde ettiklerini düşündüler. 20 Nisan 1910’da Antakya’da kargaşa çıktı. Bu olaylara Nusayriler, İslamlar ve Ermeniler katıldı. Buna, Osmanlı arşiv belgelerinde ‘Antakya İğtişaşı veya Antakya Hadisesi’ denilmiştir. Bu olaylar esnasında Ermenilerin tapu senetlerinin çoğu zayi oldu. Bu olaylar 1908 Adana Olayları'ndan sonra çıktı. Hatta Osmanlı idaresi, Samandağı Ermenileri'nin, Mısır ve Cenova’daki Ermeniler'den destek aldıkları iddiasında bulundu. Antakya, Avrupa’da, Avusturyalı yazar ve şair Franz Werfel’in (1890-1945)  1933 yılında yazdığı Musa Dağı'nda Kırk Gün isimli siyasi romanı ile daha da ünlendi. 1915 Ermeni tehcirini konu olan bu siyasi romanda, Osmanlı idaresine, adaletsizliğe meydan okuyan bir avuç Ermeni'nin, Musa Dağı'nda, Osmanlı jandarmasına karşı verdikleri amansız mücadele anlatılmıştır. Aslında Ermeniler burada Osmanlı idaresine karşı silahlı mücadeleye 1895 yılında başladıkları, Yoğunoluk Köyü'nde silah depoladıkları, belgelenebilmektedir.