Sağlık nedenleri yüzünden katılamadığım, ama her aşamasını dikkatle izleyip iletişim halinde bulunduğum, son bir ayda köşemin temel izleğine dönüştürdüğüm “Adalet Yürüyüşü” dün bitti. Bu yazı, iki gün öncesinden, “adalet kervanı”nın İstanbul il sınırlarına girdiği gün yazılıyor.
Turgut Özakman öğretmenimin “Yazarlık Dersleri”ndeki en önemli beyin fırtınalarından biri de, devasa yapıtları bir sözcük ya da bir kavramla özetlememizi istemesiydi. Sonrasında da, bu özetin gerekçelerini anlatırdık. Bu yazıda, sevgi ve saygıyla andığım öğretmenimin yöntemini uygulamaya çalışacağım.
“Ezber bozan” bana göre, bu yürüyüşün özetlerinden biridir. Neden? Bilinenleri ya da söylenmişleri yinelememeye çalışarak, satır başlarıyla not düşmek isterim.
“Adalet Yürüyüşü” kişiler, konumlar, rütbe ve makamlar açısından yaşadığımız ve neredeyse kader olarak kabullendiğimiz rutini bozmuştur. Bundan böyle, ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerse söylesinler, birçok “aktör” sahneden çekilecek, ışıkları yavaşça sönecektir. Yürüyüşe dair takındıkları tavır, ettikleri kelam üstüne bol bol düşünecekleri bir hesaplaşma döneminde, kendilerine soracakları soru şimdiden bellidir: “Ben nerede yanlış yaptım?”
En önemli ezber, doğan görünümlü şahin benzeri, sol ayakkabı içinde durup, savundukları şeyler adına iki adım atamayan, çok konuşup az aşınan, hiçbir şey bulamazsa yerel yönetimlere giydirmekle yetinenler açısından bozulmuştur. Bir başka deyişle, muhalefete muhalefet etmenin, risksiz, kaskosuz, bedelsiz, ferah feza konforu sona ermiştir. Bunu sürdürecek olanların alacağı yanıt bellidir: “Bir yürüyüşe çıkalım mı?”
Derneğinden partisine, ülkedeki tüm kuruluş ve toplaşmaların ezberi bozulmuştur. Yürüyüşe dair yaptıkları değerlendirmeler, birçoğunun saptama-sızlanma ekseninde, plansız programsız biçimde ve hayatın pratiğine dokunacak hiçbir hazırlık olmaksızın yaşadıklarını göstermiştir. Elde kalan saldırma, küçümseme, alay etme, saptırma, ötekileştirme ve kelam geveleme malzemesi, bundan böyle eskisi gibi rağbet görmeyecektir. Bu durum başta çalışanları, katılımcıları ya da sempatizanları başta olmak üzere, kamuoyu tarafından sürekli sorgulanacaktır.
Başta adalet kurumu olmak üzere, üniversitesinden basınına, tüm kurum ve kuruluşların ezberi, rutini bozulmuştur. Olup bitenin dümen suyunda gitmekten varlık nedenlerini yitirmeye, bir varoluş, konum ve işlev muhasebesiyle yüz yüze gelmişlerdir. Yargıcından akademik unvanlısına, afili gazetecisinden tapu memuruna, din görevlisinden milletvekiline, bu ülkedeki herkes, bugün ahlakının, vicdanının, makamı ve rütbesinin, adalet duygusunun sorumluluğu ve gereği ile baş başa kalmıştır.
Belki de hepsinden ötede, yılgınlık, bıkkınlık, yalnızlık ve hatta teslimiyet duygularının doğallaşması sarsılmıştır. Çağdaşlığı, demokratlığı, laikliği, hukuk ve adaleti “amasız, fakatsız” yaşayan ve yaşatan bir ülkenin, devletin ya da onu yönetenlerin iradesi kadar ve hatta ondan daha fazla bir “yurttaşlık bilinci” ile mümkün olabileceği anımsanmıştır.
Bundan böyle devleti, kurumları, çalışanları ve demokratik yöntemler sayesinde onları yönettiğini çabuk unutanlar, yukarıdaki ülke tanımının gereklerine uymayan her sözde, her davranışta ve her uygulamada, daha yüksek bir itiraz ve talep sesi işiteceklerdir. O sesin sahibi, yurttaşlık bilincine sahip, demokratik hak ve sorumluluklarının ayrımında, bugünü olduğu kadar geleceği de sahiplenen, çocuklarına ve gençlerine yaşanır bir ülke ve dünya bırakmaktan başka bir amaç beslemeyen, Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları olacaktır.
Şimdi bütün bu yazılanlar “ütopya”, “hayal” ve “abartı” olarak değerlendirilebilir. Yaşayacak ve göreceğiz. Ama bundan sonra, hepimiz ezberi bozulan insanlarız, unutmayalım.
Kılıçdaroğlu, yalnızca bunun kapısını açtığı ve başardığı için bile, alkışlanmayı ve teşekkürü hak ediyor.