Gencecik bir adam Deniz Yıldırım. Yüzünde şaşkın bir gülüş. Mesai arkadaşı Halil Nebiler ile öyle bir kucaklaşması vardı ki… Onun geleceğini bilmiyormuş. 4 yıldır Silivri’de. Girdiğinde 29 yaşındaymış. Suçu mu? Başbakanın telefon görüşmelerini yayınlamak, kaynağını açıklamamak. Oysa Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ü dinleyen polisler üç ay ceza aldılar. O bir yayın yönetmeni olarak 4 yıldır Silivri’de. Üstelik birileri dinlemiş. O sadece yayınlamış. Artık çıkmayı umut ediyor.
Avukatların savunma yapamadığından yakınıyor. Ergenekon davasının avukatsız bir dava olduğunu vurguluyor.
Çok güzel gülüyor. Biraz eksik kalmış gibi ama. Sıkıntısı mı? Annesinin her hafta ısrarla Isparta’dan geliyor olması. Bu yolculuğun çok yorucu çok zor olduğunu, buna üzüldüğünü anlatıyor.
“İnatla gazeteciliği yukarı çıkarmak zorundayız.”
İlk karşılaşmamızda Soner Yalçın daha ağır, daha durgun daha karamsardı sanki. Kollarını kavuşturmuş otururken bir eliyle de sürekli sakalıyla oynuyordu. Çok zayıflamıştı.
Bu kez hepimizi kucaklarcasına girdi salona. Önce Müyesser Uğur’a koştu. Kahkahalar atıyordu. Dava arkadaşına öyle bir sarıldı, havalandırdı ki…
Önce hal hatır soruldu. Söz Hürriyet’te yayınlanan oğlunun röportajına geldi. “Çok büyümüş oğlum” dedi.
Soner Yalçın kollarını kavuşturmuyordu. Sakalıyla da oynamıyordu. Heyecanla, elllerini kollarını aça aça “Tartışalım… Konuşalım… Doğruları konuşalım… Yanlışları konuşalım. Gazetecilik aşağılanıyor. Ayağa düştü. İnatla gazeteciliği yukarı çıkarmak zorundayız” diyordu. Medyanın ahlaksızca insanlara zarar verdiğini söylüyordu gazeteciliğin geldiği noktayı anlatırken… Cuma günü yapılacak duruşmadan ne beklediğini sorduğumuzda TÜBİTAK’ın kafa karıştıran raporundan söz edip tahliye kararı çıkıp çıkmayacağını düşünemediğini, hukukun olmadığını, artık hiçbir şeye şaşırmadığını söyledi. Eğer Oda TV Davası da Ergenekon Davası ile birleştirilirse durumun daha da vahim olacağını belirtti.
Silivri koşullarında insanların ruh durumlarının içler acısı olduğundan da söz etti. Özellikle İnönü Üniveristesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu için kaygılıydı. Prof. Hilmioğlu hastaydı ve oğlunun ölümünden sonra durumu iyi değildi. Yalçın “ Fatih Hoca çıksın ben onun yerine de yatayım” diyordu.
Geride yedi saati bırakmıştık. Yedi saat boyunca durmaksızın anlattılar. Duruşma salonu dışında hiç bir araya gelemiyor, görüşemiyor, konuşamıyorlardı. Ama bu onları 16 sayfalık ortak bir bildiri hazırlamaktan alı koymamıştı. Mutlaka okumamızı, okutmamızı istiyorlardı. “Ergenekon Tutsaklarından Kamuoyuna Açıklama” internet aracılığı ile rahatlıkla ulaşılabilecek bir metin.
Cezaevi çıkışında Şule Perinçek ile karşılaşıyoruz. Elinde üç koca torba. O iki kişiyi ziyarete geliyor. Eşi ve oğlu. Doğu Perinçek ve Mehmet Perinçek. Nasıl olduklarını soruyorum. “Çok iyiler” diyor. Özellikle Doğu Perinçek’in 29 Ekim ve 10 Kasım nedeniyle çok keyifli olduğunu söylüyor. Aramıza onu da alıp içerde yapamadığımız şeyi yapıyoruz. Toplu fotoğraf çektiriyoruz. Sonra da Direniş Çadırı’na uğruyoruz. Akşam iyice çöküyor. Çadırda ışık yok. Jeneratörü devreye sokuyorlar. Bize kurabiye ve çay ikram ediyorlar. Direniş Çadırı ve hemen kıyısına elleriyle çiçekledikleri bahçeleri Silivri’nin simgesi. Bir anıt gibi duruyor orada.
Dostlarla vedalaşıp dönüş yoluna düştüğümüzde galiba hepimiz biraz eksik kalıyoruz.