Üç adet “tarikat birbirine” düşmüş. Bir tanesi çorbayı kaşıkla içenleri bile “kâfir” ilan edermiş. Silahlı külahlı, Basmane’nin üst bölgelerinde ahkâm keser, adam dövermiş. Giden Vali Bey de pek severmiş ki bunları, tutmuş İzmir’in “ortak kültür mekânı” olan Emir Sultan’ı, sıradan bir mescit sayıp vermiş “birilerine”.

Tam bir hafta önce yayımlanan “Emir Sultan Gülmüyor Artık” başlıklı yazım sonrası, öyle ilginç, öyle gizemli ve meraklı dönüşler oldu ki… Oysa derdim siyaset de değil, memleketin dahilinde dönen “bildik dolaplar da” değil. Derdim belli, milletleri “millet” yapan ortak değerlerin “ortak kimliklerle” yüceltilmesi. Tabii ki İzmir’den bakarak. Memlekette her konu her olay “cahil” ve “sığ” siyasetin tezgahındaki ucuz Çin malları gibi. Ne sonuç ne çözüm alınıyor. İletişimden, tartışmadan korkan, yerine de küfür, tehdit ve ithamı koyan bir acayip “nesil türedi” sanki. Çünkü “bilgi” önemsizleştirildi yerine de “biat” denen “kulun kula kulluğu” kondu. Oysa Atatürk Cumhuriyeti neyi hedeflemişti? Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller!

Aman neler duydum neler? Devletin polisi, istihbaratı yok mu? Var elbet. Peki onlar ne ederler, nasıl ederler nereden bileyim. Üç adet “tarikat birbirine” düşmüş. Bir tanesi çorbayı kaşıkla içenleri bile “kâfir” ilan edermiş. Silahlı külahlı, Basmane’nin üst bölgelerinde ahkâm keser, adam dövermiş. Giden Vali Bey de pek severmiş ki bunları, tutmuş İzmir’in “ortak kültür mekânı” olan Emir Sultan’ı, sıradan bir mescit sayıp vermiş “birilerine”. İlmin ve irfanın sadece kendilerinde olduğunu sanan bu gruplar da “kendileri çalıp kendileri oynayarak” İzmir gibi, yaşı 8500 olan kente “çaktırmadan” diz çöktürmeye çalışırmış.

Peki bunlardan bana ne? E düşmüşler ya birbirlerine? O “çatala kaşığa” bile karşı olanlar nasıl bir korku yarattıysa, diğerleri de dertlerini anlatacak yer arıyorlar.

Uzatmadan söyleyim, bu olan bitene elbette devlet bir çözüm düşünüyordur. Hele İzmir, o İngiliz aşığı Arap şeyhlerinin “oyun alanı” değil ve olamaz. Ben de ülkemin “şeyhler diyarı” olmasına kökten karşıyım. Din, insanın kalbindedir zira. Yoksa namaz kılıp, oruç tutup, hatta namaz kılarken selfi çektirip sonra da kumarhaneden çıkmayan kimler kimler gördük biz. İşte “Emir Sultan” yazımdan sonra “hatırladıklarım”. Bazıları iyi okusun ki, İzmir’i “aptal” yerine koymasın.

Melek yüzlü şeytan

1800’lerde Batıda, Avrupa’da, Mısır’da, Balkanlarda, Anadolu’da, Ege’de falan, neler olmuş? Neler olmuş ve Osmanlı Devleti bu olan bitene ne eylemiş? Öyle ya da böyle, takvimler 1838’i gösterdiğinde olan olmuş. Üzerinde “güneş” batmayan bir yeni devlet yumruğunu göstermiş.

Adı İngiltere. Hani “melek yüzlü şeytan”.

Devlet güç kaynağının “ekonomi” olduğunu tespit etmiş, “fütuhat” devri yerini kanlı, üçkağıtçı emperyalist şeytanlığa bırakmış. O, fethettiği yerlere adalet, özgürlük, refah götüren koca yürekli Osmanlı’ya öyle bir musallat olmuş ki… Balta Limanı Antlaşması’na imza attırmış. 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Osmanlı; ekonomisini, sanayisini ciddi bir çöküşe teslim etmiş. 1839 Tanzimat Fermanını hazırlayanların gerçekten ne düşündüğünü bilemem ama, devrin genel değişimlerini yorumlayıp, devleti “kurtaracak” idari, askeri ve ekonomik reformlar düşündükleri net. Lakin nasıl olacaktı ki “kurtuluş”? 1856 yılında da bir ferman daha çıkmış. Adına da “Islahat” demişler. O asırlarca ayrı farklı görülmeyen farklı inanç toplumlarına “büyük” haklar vermişler. Burada “İngiltere” etkisi olduğunu, İngiltere’nin derdinin de “halklara özgürlük” olmadığını söylememe gerek var mı? Tıpkı daha sonraki asırlarda ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesi gibi bir şey.

Hemen bir olay da aktarayım size:

"22 Eylül 1857’de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolunu’nun başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.”

Böylesine küstahça konuşan bir diplomatın, görevli olduğu toprakların sahibince tepki görüp görmediğini bilmiyoruz. Ama bu küstah diplomatın güç aldığı ne olabilir? O sınırsız Kapitülasyonlar olabilir mi? Tarihe de dikkat 1857!

1876’da Meşrutiyet’e geçmiş mutlakıyetten. Anayasa yayınlamış. Hemen ardında da uğruna ağıtlar yakılan meşhur “93 Harbi”. Ruslarla tutuşulan o müthiş savaş. 1877-1878 ve ardından Payitahtın burnunun dibinde, Ayastefanos’ta, Berlin’de antlaşmalar. Ve kahramanlıklara rağmen dehşet kayıplar. Romanya’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a “bağımsızlık” haklarının tanınması, Kars, Ardahan ve Batum’un Ruslar’a teslimi.

Ve bir bakıyoruz 1878’de Kıbrıs adası İngiltere’ye verilmiş.

Bitmemiş kederi koca devin, ekonominin artık “tek güç” olduğunu, “kılıç üstünlüğünün de” sona erdiğini ve hatta “tüfeğin icadıyla” hem “mertliğin” hem de “insanlığın” yerle yeksan olduğunu ya anlamamış ya da kabul edememiş. Tarih 1881’i gösterdiğinde Selanik’te Mustafa Kemal dünyaya gelirken, İstanbul’da da “vampir” kod adlı Düyun-u Umumiye kurulmuş. Osmanlı Devleti kendi ekonomisini düzeltme işini belki içi kan ağlayarak İngiltere başkanlığındaki gruba teslim etmiş. Ve resmen “ekonomik özgürlük, bağımsızlık” sona ermiş. “Kolcular” denen bir “terörist grup” tesis etmiş İngilizler. Tütününü, üzümünü saklayan köylüleri, Türk-Rum demeden kurşuna dizmiş binlerce. Esasen bu tarihten sonra ne yapıldıysa dikiş tutmamış. Tüm iyi niyetli adımlar işe yaramamış. Dirayet yer yer gösterilse de o “vampir” kod adlı melek yüzlü şeytanlar öyle bir sirayet etmiş ki.

Çabalar olsa da sonuç hep aleyhte. İngiltere “sopayı” sürekli göstererek istediğini yaptırıyor Osmanlı’ya. 1911’de ise Afrika’daki son toprak Libya İtalya’nın oluyor. Osmanlının derdi bir değil ki… Sadece İngiltere de değil. İngiltere kendi gibi tüm Avrupa’yı sürüklüyor peşinden Osmanlı’nın kanını emmeye. 1912’de Arnavutluk da “bağımsız” oluyor ve ardından da iki tane Balkan Savaşı. Bu savaşlarda Edirne, geri alınıyor ama hakikat değişmiyor.

Ve 1913 bir “kırılma”. 1913’te Bab-ı Ali’ye bir baskın yapıyor “İttihat Terakki”... Bu kez “kurtarıcı” İttihatçılar oluyor. Ama kurtulacağına daha da batıyor, adeta bitkisel hayata giriyor Osmanlı. Nasıl oluyor, neden oluyor bir yana vampir İngiltere ile değil “yeni yetme vampir Almanya” ile “iş tutuyor” İttihatçılar.

Ve Birinci Dünya savaşı. 1914-1918.

Anadolu’nun “Mehmetleri” nasıl yiğitçe savaşıyor. Ama onca kahramanlık, zafer işe yaramıyor. Hele 1915 Çanakkale ve Kût'ül-Amâre'ye rağmen, başka zaferlere rağmen ittifaklarımızın yenilgisi, Osmanlı’nın da yenilgisi kabul ediliyor. Burada bir düşüncemi yazmak zorundayım. İlginçtir, Osmanlı İngiltere’ye karşı Almanya ile birleştiyse de İngiltere, Osmanlı’dan hiç vazgeçmiyor. Savaş sırasında Osmanlı’da yaşayan İngilizlerin ekonomik güçlerinden midir bilinmez, Osmanlı topraklarındaki İngilizler “hiç vazgeçmiyor”. Hem Almanya hem İngiltere öyle çok çalışıyorlar ki, asırlardır komşu olan Osmanlılar, bir anda kanlı bıçaklı oluyor. Türklerle Rumlar, Ermeniler öylesine “düşman” oluyorlar ki, izleri bugün de silinemiyor. Fakat acıdır ne İngilizlerin vadettiği özgürlük yaşanıyor ne de iyi komşuluklara dönülebiliniyor bir daha!

Savaş bitiyor ve 30 Ekim 1918’de Mondros’ta “pes” ediyor Koca Dev.

İstiklal mücadelesi 9 Eylül 1922’ye kadar devam ediyor ve 1838’den beri “kurtulmak” için çabalar harcayan ama her defasında da “emperyalizmin bataklığına” saplanan Anadolu, yeniden bağımsız ve özgür oluyor. Burada söylemem lazım ki, İstiklal Savaşı sırasında artık sadece “sembol” olan Osmanlı Devleti, İstiklal Savaşı’nı değil, İngiltere’yi tutuyor. Damat Feritler, Ali Kemaller, Sait Mollalar ve tek başına İngiliz Muhipler Cemiyeti, Anadolu’yu elden kaçırmamak için ne kadar namert yöntem varsa kullanıyor. İstiklal Savaşı ve kadrosu ile ilgili ölüm fetvaları, iç isyanlar, ajan faaliyetleri hiç durmuyor. Aslında zaten 1881’de Düyun-u Umumiye ile çökmüş olan devlet, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren TBMM Ordusu tarafından reddediliyor. 29 Ekim 1923’te de yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak kayda giriyor.

Emin olun 1838’den bu yana İngiliz ve İngiliz benzeri emperyalist çabalar hiç bitmedi. Emin olun İstiklal Savaşı’nda İslam’ı da Osmanlı’yı da Anadolu’yu da Anadolu’nun yerli halklarını da istismar eden İngiltere ve türevleri amaçlarından vazgeçmedi. Evet, ne yazık ki tarihimizde “karanlık” sayfalar var. Bu karanlıklar yüzünden de sürekli birbirimize düşüyoruz.

Bunda yine eski İngiliz siyaset merkezli İslami görünen hareketler, İngiliz destekli Vehhabîlik dayatmaları bulunuyor. Bunları konuşamayışımızın nedeni de halen faal olan “karanlık odaklardır.” Kadim İngiliz emperyalist rüzgârı öyle ya da böyle esiyor. Arabistanlı Lawrence unutuldu ne yazık ki. Osmanlı’yı sırtından vuran bazı Arapların, nasıl İngiliz kuklaları olduğunu hala anlayamadık. Bugün ister “katar” olsun ister “katmayan” ama tüm Arap devletlerinin önce Türkiye’den özür dilemeleri gereklidir. Kendilerini korumaya gelen dindaş Osmanlı askerlerini şehit etmelerini onlar hatırlamıyor olabilir ama tarih kayıtlarına çoktan geçirmiş.

Çok kısa geçtim aslında… Ama son paragrafa dikkat edin… Osmanlı’nın çözülme zamanından beri başta İngiliz merkezli emperyalizm, halkı hep “dinden” vurdu, kandırdı, aldattı. O meşhur İngiliz casusu nasıl mükemmel bir “Müslüman” portresi çizdiyse cahil yığınlara, Anadolu’da da genç Cumhuriyet’in karşısına hep “İngiliz dostu” sarıklı hocalar çıkarıldı.

Beni tanımayanlar araştırsın, yeni yetme “gazeteci” değilim. Neden bunca yıl “ara verdiğimi de” anlatırım soranlara. Ama görüyorum ki “bıraktığım İzmir ile bulduğum İzmir” aynı değil. Maşallah İzmir’in sokakları “sarıklı sarıksız” bir yığın kibirli uşakla dolu. Şükür ki ben İzmirliyim ve vazgeçmeye de hiç niyetim yok.

Yolun açık olsun kardeşim

Otuz yıldır tanıyorum onu… İlk tanıştığımız yer Kanal 1 Televizyonuydu. Rahmetli Numan Özdil tanıştırmıştı. Gecesin gündüzüne katar hep çalışırdı, hep üretti. Ekranın arkası kadar önünü de bilen sayısı çok az televizyon uzmanlarındandır o. Zaten koca İzmir’de ben bir Cihat Taysi’yi tanırım bir de öz kardeşim Erkan Kocabaş’ı. Cihat şimdi Manisa’da. İzmir değerini bilmedi, Manisa kaptı anlayacağınız. Manisa TV’nin Yönetim Kurulu Başkanı oldu Cihat Taysi. Bu arada tercihinden dolayı Başkan Cengiz Ergün’ü de kalpten kutlarım. İzmir “konuşurken” Manisa “çalıştı”. Takdir ediyorum. Bir zamanlar 4 televizyonu olan İzmir, bugün tek televizyona indiyse, konuşulacak çok şey var. O tek TV de TV35. Diğerleri web üzerinden yayındalar, benim dediğim uydulu, platformlu tam tekmil gerçek TV.

Yolun açık olsun kardeşim Cihat Taysi. Sen başarılı ol da İzmir’deki “bazı ağalar” hala varsa kabiliyetleri utansın! İzmir beyinlerini ya kaybediyor ya harcıyor. Bu son 20 yıldır artarak süren bir hastalık. Ve ne yazık ki “tedaviyi” kimse düşünmüyor. Yazık!