Emir Sultan Zaviyesi ne yazık ki sadece “ibadet” edilen ve sadece “bazı Müslümanlara” hizmet eden bir mekân artık. Ne canlandırma sergisi kaldı ne de kültürel yansıması...

İzmir işte... 8 bin 5 yüz yaşında. Ama kimlik sorunu yıllar önce “nereden” çıkarıldı çok iyi biliyorum. Üzerine gidince de dünyanın tehdidini almıştım. Tehdit edenlerden birkaçı yaşamıyor şimdi, kim bilir “öte tarafta” onları “kim tehdit ediyor...”

O yakalarındaki “derin anlamlı” rozetler, “öte tarafta” kurtardı mı onları? “Cübbeli Ahmet Hoca” lakaplı biri geçenlerde bir ekranda şunları söylemiş: "Şahıslar pompalı mompalı. İç savaşa hazırlanıyorlar. Selefi tarafıyla İran yanlısı Şii tarafın çatışması hazırlanıyor. Bu silahlanmayı durdurun. Yarın bu işin önünü alamayız. Birisi 'şeyhim' diye cihat ilan edecek, öbürü ‘Mehdiyim’ diyecek. Birbirini öldürür bu Müslüman millet. Asker bunları vurmak zorunda kalacak. İzmir kaynıyor."

Neden çekmedi kimsenin dikkatini bu sözler? Adam “İzmir” dokundurmasını neden özellikle yaptı dersiniz?

Prof. Dr. Mehmet Demirci’nin “İzmir’de Tasavvuf Kültürü, Tarikatler, Emir Sultan, İzmir Mevlevihanesi” adlı kitabına götüreceğim sizi şimdi. Mehmet Hoca, bakın ne vurgulamış: “Mehmed Âkif adeta haykırır: ‘Sahipsiz olan memleketin bayması haktır/Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.’ Vatanın batması sadece düşman işgaliyle olmaz. Artık devrimizde kültür savaşları hâkimdir. Vatana sahip olmak milli kültürü canlı tutmakla mümkündür. Tarihi ve milli eserlerimizi ihyâ edip çağın şartlarına uygun şekilde sergilemek de işin önemli bir parçasıdır. Antik yapılarla Türk dönemi yapılarının yan yana sergilenmesi, ayrı bir zenginlik arz eder.”

İşte demeye çalıştığım bu. Olması gereken, İzmir’in geçmişten bugüne sahip olduğu tüm medeniyetleri, birbirinden ayrı ya da üstün görmeden kabul etmek ve çağın da gerekleriyle toplumsal ihtiyaçları sağlamasını gerçekleştirmektir.

Eğer 1922’de o “emperyalist yangını” yaşamasaydı İzmir, bugün belki görüntü yine değişmiş olurdu ama en azından İzmir’in kendine has “kimliği” tüm ayrıntılarıyla fotoğraflanırdı. Tüm dinlerin yapıları, kültürel mimari farklılıklar, yaşayış farklılıkları ve daha nicesi.

Emperyalizm, o şeytani kibrini İzmir’e silah olarak doğrulttu ve ateşledi 13 Eylül 1922’de. Sonraki yıllarda da zaten aynı emperyalizm, Kordon’u betona mahkûm etti, Alsancak dediğimiz bölgeyi de kâinatın en çirkin imarıyla cezalandırdı. İzmir’in “kıyısı” böyle “kimliksizleşti de” çeperler mi korundu? Asla... Oralar da “fukaralığa, gurebalığa” sonsuz teslim edildi.

Kadim İzmir

Bugünkü haritalara bakıp da “İzmir şu kadar ilçeli” falan demeyin. Kadifekale’deki itfaiye kulesine çıkın. Penceresinden Karşıyaka tarafına bakın ve iki kolunuzu yanlara doğru açın. İşte kucakladığınız alan “Kadim İzmir”!

Kadifekale’nin etekleridir İzmir’de Müslüman Türk medeniyetine ilk alan.

İlk mescit, ilk cami, ilk tekke, ilk zaviye, ilk hazire, ilk türbe...

Emir Sultan Zaviyesi ya da Dergâhı mesela. İlk yapıldığında kim bilir nasıl sosyal, toplumsal hatta ekonomik bir güç ve toparlayıcı görevleri vardı. Sadece Emir Sultan değil, İzmir Mevlevihanesi, Bektaşi Tekkesi, Acem Tekkesi ve dahası...

Tarikatlar eski çağlarda, devletin otoritesinin de “tam” olduğu zamanlarda ciddi görevler görmüş Anadolu’da. Birçok inanç grubu, bulundukları yerlerde birlikteliği temsil ediyor, fakir fukaraya sahip çıkıyor, çocukları eğitiyor, güzel ahlak ve iyi insan olmanın sırlarını arıyordu. Ama zaman değişti, devlet asayişi bozuldu, bir de işin içine “emperyalist kışkırtıcılıklar” girince bu inanç grupları da ne yazık ki yozlaşmaya, ikilik yaratmaya ve ne yazık ki yer yer de “düşmanla iş birliği” yapmaya kadar bozuldular. Emir Sultan Zaviyesi hakkında yıllarca dikkat çekmeye çalışıldı, Ozan Semerci, Orhan Beşikçi, Cahit Telci, Necmi Ülker ve başka gönül insanları yıllarca Valiliği, Belediyeyi, Vakıfları, Kültür Müdürlüğü’nü aradılar, uyardılar, konuştular, yazdılar. Sonunda İzmir Büyükşehir Belediyesi, Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile anlaşarak bu önemli mekânı restore etme kararı aldı. Restore edilen mekânda türbe içinde yer alan tedvirhane/semahane/zikirhane bölümü ile Derviş Evi kısmı da yenilendi ve “Tasavvuf ve Derviş Sergisi” oldu. “İnsan formunda canlandırma” tarzındaki 15 heykel, alanında uzman ve akademisyenler tarafından belirlenerek dinsel kıyafetleri ile giydirildi. Örnek olarak da Konya Mevlâna Müzesi’nin de danışmanlığı alındı. Bu çalışmalar yapılırken, zamanın Genel Sekreter Yardımcısı Aysel Özkan’ı da saygıyla hatırlıyorum. Nasıl didinmişti, uğraşmıştı. Çünkü İzmir tarihi ve kültürü için o kadar önemliydi ki burası...

Sadece bir “din kuruluşu” değildi aslında. O bina sadece “ibadet” edilen bir mescit ya da cami de değildi. Geçen yazılarımda yazdım, o bölge ne yazık ki son asırlarda hep “mahallat-ı Fukara” idi. Kıyıdakiler gibi yaşamıyordu insanlar oralarda. Ne sağlık ne eğitim ne iş güç... Hep “eksikti” o bölge. Devlet “sefer-i hümayunda” hatırlardı, bir de vergide. Devletin otoritesi düştüğünde de iyice sahipsiz, kimsesiz kalırdı bölge. İşte bu mekân hem “dirilerine” hem de “ölülerine” el uzatırdı.

Ne önemi var ki?

Açlara çorba, çıplaklara hırka, bunalımda sabır, inançta umut aşılardı. Bu mekânın kabristanı da (hazire) pek meşhurdu. İzmir’in “zengin Müslümanları” ölünce sanki hep buranın toprağını arzulardı. Diriyken bir hayrı olmayanlar da ölünce “kabul edilirdi” zaviyenin haziresine. Kimler kimler yatmıyor ki? Fırınında ekmek, aşevinde yemek, yalnızlara dost idi eski zamanlarda. Hangi tarikat ne önemi var ki? Müslümandı bura. Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın dedesi Uşakizade Sadık Bey ve eşi Makbule Hanım ile Aydın Valisi Ahmet Esat Paşa, Kestanepazarı Camii kurucusu Mısırlı Hüseyin Nuri Efendi ve İzmir Kadısı Şükrüzade Abdülkadir Paşa ile bir de kim gelmişti bu toprağa biliyor musunuz? Hani 15 Mayıs 1919’da “Zito Venizelos” demediği için hunharca şehit edilen Miralay Süleyman Fethi Bey. Miralayın mezarının başına neler geldi neler ama yakın zamanda Kâtip Çelebi Üniversitesi ve Akın Ersoy hocamızın gayretiyle, mezar asıl yerine kondu. Yani demem o ki, Emir Sultan mekânı sadece “muhafazakâr Müslümanların” değil, “tüm Müslümanların” mekânıydı. Sadece “bir tarikata mensuplar” değil, tüm İslam renkleri vardı.

Üstelik burasını “sıradan bir ibadet yeri” görenler, hemen yanındaki asırların emaneti Şeyh Camii’ni “anlamadılar bile!

Bu yüzden rahatsız oldum “Cübbelinin” sözlerinden. Emir Sultan Zaviyesi ne yazık ki artık sadece “ibadet” edilen ve sadece “bazı Müslümanlara” hizmet eden bir mekân artık.

Ne canlandırma sergisi kaldı ne de kültürel yansıması. Vali Yavuz Selim Köşger gidip gördü mü bilmiyorum ama, eski Vali Erol Ayyıldız zamanında tarihsel bir yanlış, kültürel bir ihanete imza atıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “sıradan” bir mekânı haline getirildi. Ne tarihi hamamı ne aşevi ne de “zikirhanesi” kaldı. Büyükşehir Belediyesi, bir gün “pat” diye geri verdi bu restore ettiği tarihsel mekânı.

Sonra da zaten Emir Sultan Hazretleri öyle bir astı ki yüzünü ne hisseden oldu ne de aldıran.

Tarihteki “Emir Sultan’ı” gerçekten öğrenmeyi istememişti belki de Valilik? Ya da İzmir'le alakasız başka eller karışmış ve Emir Sultan’ın vasfını “başkalarıyla” karıştırmıştı. Halbu ki, o mekanda “istenseydi” öyle gerçek ve kucaklayıcı işler yapılırdı ki!

Tıpkı geçmişte olduğu gibi!

Yıl 1921’di. İşgal vardı İzmir’de. Bir de İzmir’in “Sada-i Hak” diye gazetesi.

O gazetenin 26 Mayıs 1921 nüshasında bir haber bulmuştum. Orhan Beşikçi’den öğrenmiştim. Osmanlıcam haberin tamamını çevirmeye yetmedi. APİKAM’dan Osmanlıca uzmanı sevgili kardeşim Uğur Sağıroğlu haberi çevirdi. Haber, bir etkinliği anlatıyordu ve başlığında “EMİR SULTAN DERGÂHINDA” yazıyordu. Açıkçası heyecanlandım. İşgalin en dolu yılında, muhtemelen düşman süngüleri arasında yapılmıştı bu etkinlik. Haberi kaleme alan gazetecinin adı Hüseyin Hüsnü.

İşgal dönemi İzmir’inde farklı tasavvuf gruplarının toplanıp Kur’an-ı Kerim okuyup salâvat, zikir, semalarla İzmir’in kurtuluşu için dua yaptıkları ayini bildiriyor. Sadâ-yı Hak’ta böyle bir haberin yapılması da ilgi çekici. Tilkilik’te, Emir Sultan Dergâhı’nda, o dönemde bir Rüfâî tekkesi olan adı geçen mekânda, Rüfâî Şeyhi Hüseyin Efendi ile Mevlevî Şeyh Naibi ünlü bestekâr Rakım Elkutlu’nun önderliklerinde ortak yapılan özel bir ayin olması hasebiyle ve dönemi itibariyle önem arz ediyor. Haberde özetle şu ifadeler var: “Evvelki gün Tilkilik’te Emir Sultan Rüfâî Dergâhı’na da uğramış ve dîdâr-ı ilâhî aşığı (ilahi tecellilerin, yansımaların birer aşığı) olan derviş babalarımızı da bu meyanda ziyaret etmiştik. Cidden pek memnun avdet ettik (döndük) Hüseyin Hüsnü.”

İnanç çatışması

Biraz araştırdım da bu zaviyede o gün yapılan Mevlevilerin “sema” Rüfâîlerin “zikir” ritüeli bir arada kardeşçe ve “istiklâl-i vatan” için yapılmış. Merak ettiğim, mesela Belediye Reisi Hacı Hasan Paşa “bu durumu çakamamış mı”?

Cübbeli şahıs “selefi”, “İzmir”, “silahlanmak” kelimelerini bir arada kullandı, kimse bir şey anlamadı. Ama söyleyeyim; özellikle son dört beş yıldır, Emir Sultan çevresinde çok ciddi inanç grupları “çatışıyor”. Silahla mı, kelamla mı bilemem. 2014 Ağustos, 2015, 2016 Şubat aylarında benim bizzat “yaşadığım” ve “tanık” olduğum öyle olaylar var ki...

Bunları ben yaşadıysam ve “devlet” bilmezden, görmezden geliyorsa inanın Cübbeli de haklıdır o zaman. Gelecek yazıda da size o bölgeyi yazacağım. Bugün ne yazık ki” popüler kent kültürü” dışında tutuluyor Basmane’nin kuzeyi. Oysa bir zamanlar “Basmane Günleri” yapılıyordu. Orhan Beşikçi, canını dişine takar, yürekli ve gönüllü gerçek İzmir aydınları da bildiklerini paylaşırdı. Gelecek yazıda işte onları yazacağım. O bölgenin “tehlikeli ellere” terk edilmemesinin tek yolu, “farkındalığı” ve “bilgiyi” yaşatmaktır.

Valiler ve kent yöneticileri “tek taraflı” bilgilenme yoluyla ne yazık ki “tehlikeden” başkasını yaşatamaz İzmir’e. Bu sebeple ben de gerek Vali Köşger’e, gerek Başkan Soyer ve Başkan Batur’a “İzmirlilik” görevimi yapacağım, “arka sıradan” bile olsam. Zira, sesim gürdür, “duyururum” diye düşünüyorum.