650 küsur yıl bir ailenin egemenliğinde, din ve tahtın tartışılamaz kuralları içinde yaşamanın, toplumsal genlere sirayeti kaçınılmaz bir durumdur. Bireyin kul, toplumun ümmet olarak kabul edilmesi, aldığın nefesten oturduğun iskemleye kadar her şeyin Tanrıya ve kendisini onun yeryüzündeki gücü-iradesi-temsilcisi konumunda gören taht sahibine ait olduğuna inanılması, günümüzün koşullarında kolaylıkla algılanacak bir durum değildir. Bu anlayışa göre, dünyadaki istikrar ancak bu kabule bağlıdır. Çünkü öteki dünyada takdir görmenin ve sonsuz cennet koşullarına kavuşmanın tek yolu, bu dünyadaki biate bağlıdır. Net ve reddedilemez olan bu koşulları, yaşam biçimine dönüştüremeyen, sorgulayan ve hele ki reddeden herkes haindir, düşmandır, kâfirdir. Sonuçta yok edilmesi doğaldır, gereklidir, zorunludur.
Bu bireysel ve toplumsal “düzen” içinde, hak, hukuk, adalet, iyilik gibi kavramlar yok muydu? Olmaz olur mu? Herhangi bir padişahlık ya da şeriat düzeni savunucusuna sorun, size o günlerden pek çok anı, olay, mesel anlatacaktır.
Biz bu gün de bu kavramları savunuyor, birlikte yaşamanın kaçınılmaz gerekleri olarak görüyor, ihlal edilmelerine itiraz edip, çıkış yolları arıyoruz. O zaman, bu denli kutuplaşma neden? Neden aynı sözcükleri kullanırken, ayrılıyoruz, ötekileşiyor ve ötekileştiriyoruz. Çünkü biz aynı dili konuşuyor, ama aynı şeylerden söz etmiyoruz. Sorun, zihniyettedir, dünyayı ve insanı algılamada, değerlendirmede ve yaşama dair öngörüde bulunurken kullanılan ölçütlerdedir.
Yukarıda özetlediğimiz ve dünyanın hemen her yerinde dil-tavır açısından farklılık gösterse de, mantık ve işleyiş ortaklığı gösteren yönetim biçimleri, yüzyıllarca dünyayı “kendi” hak, hukuk, adalet kantarında tartarak belirledi. Yineleyelim, bu ölçütlerin tartışılması, irdelenmesi kesinlikle olası değildi. İnancın ve tahtın, bu kavramlar açısından sorgulanmasının tek adı vardı: kâfirlik, tek cezası vardı: ölüm. Bireylerini ve toplumlarını bu “düzen” içinde tutanlar, gün geldi, aynı mantık içinde bireylerini ve toplumlarını bir arada tutan “düzen”lere savaş açtı. Bugün bu vahşet, emperyalizmin açtığı şemsiye altında, olanca insafsızlığıyla sürüyor. Bir zamanlar “düzen”ler bir biriyle savaşırdı, şimdi emperyalizm kendince belirlediği düzenleri, uygun ve gerekli gördüğü zamanlarda birbirine boğazlatıyor. Konuyu dağıtmayalım.
İnsanlık, bu korkunç gidişatın bir “yazgı” olamayacağını akılla, bilimle, düşünceyle ve sanatla keşfetti. Kısaca “aydınlanma” dediğimiz, uğruna nice bedeller ödenmiş “büyük insanlık devrimi”, inancı, sistemi, onlar karşısında bireyin ve toplumun konumunu yeniden tanımladı. Sözünü ettiğimiz kavramların içerikleri de, böylece değişti. Çünkü binlerce yıldır konuşulmayan ya da düzenin işine geldiğince kullandığı hak, hukuk, adaletin; sınıf bilinci, emek, demokrasi, insan hakları gibi değerlerle donanmadıkça, birer safsata olduğu ortaya çıktı.
İşte bugün, aynı dili kullanmamıza rağmen, bizi birbirimizden ayıran, toplum kesimlerini bir birine yabancı kılan, çelişki ve çatışmaları derinleştiren şey, kullandığımız kavramlara yüklediğimiz “meram”dır. Yıllardır, aynı sözcükleri kullanmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez dememizin anlamı budur. İnsana, topluma ve ülkeye seslenirken, bu gerçeği gözden kaçırırsanız, birer payandaya dönüşebilir, hatta sizi tanımlayan kavramları bile elden kaçırabilirsiniz dememizin gerekçesi budur.
Kendilerini adaletle tanımlayanların, “adalet” için açlık grevlerine yatanları, uzun yürüyüşlere koyulanları, grev ve protesto gibi en demokratik haklarını kullanmaya çalışanları, aklı ve vicdanı yardıma çağıranları, neden anlamadıklarını, öfke duyduklarını ve aşağıladıklarını düşünmek gerekir. Böylece neyi neden kullandığımızı, ne demek istediğimizi anlatmanın yolunu bulabiliriz. Bu “Yanlışımız nedir ve ne yapmalıyız?” sorusuna da yanıt bulmamızı kolaylaştıracaktır.
“Aydınlanma”nın öncüleri, işe böyle davranarak başlamıştı.