Biz sanatçıdan, estetik ve düşünsel açıdan bizi yolculuğa çıkaracak ürünler bekleriz. Yapması gereken budur çünkü. Mimardan, doktordan, öğretmenden, çöpçüden, kunduracıdan beklentilerimiz de buna benzer. Hepimiz, bireysel ya da kurumsal yapılarda, kendi yeteneğimiz, becerimiz ve yetkinliğimiz oranında yer alır ve ürettiklerimizi topluma sunarız. Bunu yaparken, karşılıklı güven esasına göre yaşadığımızı biliriz. Öğretmenlere güvendiğimiz için çocuklarımızı okula gönderir, bakkala güvendiğimiz için yiyeceğimizi rahatlıkla yeriz. Doktor, trafik polisine güvendiği için yönlendirmelerini tartışmaz. Trafik polisi de, doktorun verdiği ilacı sorgulamadan kullanır. O gazetenin haber alma hakkımıza, o adliyenin hukuk ihtiyaçlarımıza saygı gösterdiğine inanırız. Çünkü gazetecinin, savcının, yargıcın, avukatın işlerini iyi yaptığına inanır ve güveniriz. Toplumsal bir yaşamı birlikte, adı konmuş hak ve sorumluluklarla yürütmek zorundayız. Bunlar toplumsal tutkalı oluşturur. Eriyip yok olduğu anda, kaos başlar. Bu toplumsal yıkımın ve yok oluşun ilk işaretidir.
Bunları yerine getirirken, sızlanma, dertlenme, bahanelere sığınma hakkımız yoktur. Yabancı kökenli bir benzetme, ne kadar acımasız görünürse görünsün, çıplak bir gerçeği anlatır: “İnsanları, sizin açık denizlerde nelerle uğraştığınız değil, gemiyi limana getirip getirmediğiniz ilgilendirir.” Ama gerçeğin, bu paketlemeyle kendini tanımlaması olanaksızdır. Her uğraş alanının ve çalışanın, kendini özgürce anlatması ve üretmesi için, doğru düzgün bir eylem alanına, hak ve özgürlüklerine saygı duyulmasına da kesin ihtiyaç vardır.
Bu ihtiyacı giderecek mekanizmanın adına devlet denmiş, nasıl çalışacağı konusunda binlerce yıla mal olan bir süreç yaşanmıştır. Demokrasi, bu sürecin sonunda insanlığın ulaştığı sistemin adıdır. “Güçler Ayrılığı” işleyiş ve denetimi sağlarken, laiklik başta olmak üzere “İnsan Hakları”, toplumsal uyumun turnusolüne, hak ve özgürlüklerin tanımında en önemli ölçüte dönüşmüştür. Bunlardan nasiplenmemiş her türlü demokrasi tanımı, bir kandırmaca olarak değerlendirilir. Bunları niye anlatıyoruz? Bunun nedenini, bir üstteki paragrafta açıklamaya çalıştım.
Bugün, uğraş alanlarının mesleki sorunlarından çok varlık nedenlerini konuşuyor ve işlevlerini yerine getirmelerini engelleyen zihniyet ve uygulamalarla meşgul oluyorsak, bunun nedeni, içine sürüklendiğimiz toplumsal denge ve güven sarsıntısıyla, demokrasimizin gidişatı hakkındaki kaygılarımızdır.
Bugün bu kaygıların derinden yaşandığı iki kurum ve onlara dair yaşananlar-gözlemler ön plandadır. Bunlar basın ile hukuktur. Bundan doğal bir şey olamaz. Biri toplumsal iletişim, bilgilenme, haber alma ve demokrasinin olmazsa olmazı sorgulama hakkının kullanım alanıdır. Ötekiyse, hak ve sorumlulukları kamu yararı adına gözetip, ortaya çıkan olumsuzluklar hakkında yasal kararlar vermekle yükümlüdür.
Tarih boyunca, egemenin öncelikle bu iki kurumu kendince yönlendirme çabası boşuna değildir. Çünkü basın yoluyla gerçeğin, hukuk yoluyla toplumsal yapının soluk alıp verdiğini iyi bilir. Basının gerçeğin dillendirildiği değil, gerçeğin üstüne örtülen şal olması, egemenin her zaman işine gelmiştir. Hukukun kendi isteğine göre yapılanmasını ve çalışmasını ister ki, böylelikle zırhın eksik tarafları da tamamlanmış olacaktır. Neyleyelim ki, tarih böylesi isteklerin, demokrasi ve çağdaşlıkla ilgisi olmadığını, çok acı hatıralarla yazmıştır.
Yazının başında, “Toplumsal bir yaşamı birlikte, adı konmuş hak ve sorumluluklarla yürütmek zorundayız. Bunlar toplumsal tutkalı oluşturur. Eriyip yok olduğu anda, kaos başlar. Bu toplumsal yıkımın ve yok oluşun ilk işaretidir” demiştik. Bundan en çok kimlerin yararlandığının, yararlanmak istediğinin en yakın örneği olarak, 12 Eylül’ü, FETÖ’yü anımsıyoruz. Başka anımsamalara ya da yenisini yaşamalara ihtiyacımız var mı?
Bembeyaz çıkan gazetelerden herkesin kendi adaletinin peşine düşmesine kadar, yaşadığımız olumsuzluklardan gerekli dersleri çıkaramıyorsak, demokrasi ne yapsın?