Ülke yaşı olarak 96, siyasi tarih ve toplumbilim açısından “çok genç” olarak nitelendirilir. Kuşkusuz hiçbir ülke gökten paraşütle inmemiştir, arkasında devletler, kültürler, uygarlıklar ve onların belirleyiciliği vardır. Hele Anadolu gibi kadim topraklar üstünde kurulmuşsa, derin bir tarihten beslenmesi kadar doğal bir şey olamaz. Doğal olmayan, bu belirlemenin işaret ettiği diyalektiği reddetmek, kuruluşunun temelindeki birikimleri yok saymaktır. Daha 100 yaşına ulaşmadan, örneğin “Anadolu Aydınlanması”ndan ve “Evrensel İnsanlık Değerleri”nden koparıp, çağdışı karanlık dehlizlere geri çevirmeye uğraşmaktır.

İbn-i Haldun, “Coğrafya kaderdir” diyor. Bu topraklar bu kaderden türküler, masallar, destanlar, düğünler şenlikler, eşine az rastlanır kardeşlikler, yedi bölge dört iklimden yediveren nimetler devşirdi. Ama bu topraklar bu kader nedeniyle, kanlı kılıçlar, şafakta sallanan ölüler, birbirine düşman edilmiş diller kökenler inançlar mezhepler, cahillikler, yoksulluklar, haramiler, soysuzlar, her biri insanlık vicdanının kanayan yarası acılar da gördü. Üç yanını kucaklayan denizleri, her adımda yolunu kesen gölleri nehirleri, demir diksen üç günde çiçek açtıracak toprakları ve dünyanın en “stratejik” köprüsü olan coğrafyası nedeniyle, hiç rahat bırakılmadı.

Doğunun tütsülü masallarının uyuşukluğu ile batının alıp başını giden koşuşturması arasında boğulan ve kaçınılmaz olarak emperyalizmin her türlüsüne karşı üryan bırakılan bir coğrafyadan söz ediyoruz. Böyle bir yapı, mutlu bir toplum, sağlıklı bir düzen, onları besleyecek, koruyacak ve sürdürecek bir gelecek tasarımı çıkaramazdı. Olanca cehaleti, yoksunluğu, sarayları, satılmışı, dinbazı, ağası, soytarısı ve büyük çaresizliğiyle yaşarken, tarihteki benzerleri gibi, bir sabah hazin gerçek kapısını çaldı: yıkım ve yok oluş.

Cumhuriyet, bu toprakların bu vahim sona büyük itirazının sonucudur. Tarih okuması ne hamasetle, ne ön yargıyla, ne de “o gün”ün karakteristiğini unutmakla yapılabilir. Bunu anlamak için, bugün yaşadığımız sorunlar karşısında savrulanlara, ne dediğini ve nasıl davrandığını bilemeyenlere, liboş sallamalarla “modernlik” taslayanlar ile tarihi geri çevirmeye çalışanlar koalisyonuna, bakmak yeter. Elin adamına o tweetleri yazdıran cesaretten dünya liglerindeki yürek yakan halimize, olup biteni anlamak istiyorsak, Cumhuriyeti milat kabul ederek, öncemizle tanışmak ve bugünümüzle yüzleşmek zorundayız. Arabesk mağduriyet cıvıklığından, muhatap olma ciddiyetine ve kararlılığına geçmek, bunun ilk adımıdır.

96 yıl önce yırtıp attığımız urbaları yeniden giymek mi; insanlığa önsöz yazmış kadim bir tarihe ve coğrafyaya eklenmiş 96 yıllık birikimden, sağlıklı çıkarımlarda bulunmak mı? Sınanmış ve kalıntılarıyla uğraşmaktan yeterince yorulduğumuz çağdışılığa geri dönmek mi; devrimsel bir miladın çağdaşlık, laiklik ve demokrasi temellerini unutmadan, daha uygar, aydınlık ve onurlu bir geleceği, bu ülkenin ”kaderi” haline dönüştürmek için yürümek mi? Ne istiyoruz, ne yapıyoruz? Soru da, sorun da bu kadar yalındır.

Yanıt verip çözüm oluşturmak için, o kadar debelenmeye gerek yoktur. Bunun için, örneğin bugün ayıklana ayıklana bitmeyen FETÖ gerici yapılanmasının, nasıl ve hangi yöntemlerle bir ülkenin başına bela edildiğini görmek yeter. Bugün yer üstü ve yer altı kaynaklarımızın, kimlere hangi işbirlikleriyle peşkeş çekildiğini; eğitimden bilime, spordan sanata, insanlık bahçesindeki ağacımızın nasıl budandığını görmek yeter. “Özgürlük ve bağımsızlık” şiarıyla kurulmuş, “kimsesizlerin kimsesi olmak” iddiasıyla yol koyulmuş, “bilimi ve aklı” gelecek kuşaklara miras olarak bırakmış, temeli “kültür ve sanat” olarak atılmış bir Cumhuriyet projesinin, hangi kumpaslarla ve işbirlikleriyle çökertilmeye çalışıldığını görmek için, aklı ve vicdanı biraz da bunun için kullanmak yeter.

Onun bizden, bizim ondan başka çıkışımız, umudumuz ve kimsemiz yoktur. Bunu gericiden, liboştan, sömürgenden, işbirlikçiden, kan mezhep etnik köken pazarlamacılarından beklemek aymazlıktır. Cumhuriyet kostüm ve belagat değil, bizi biz yapan devrimci ruhtur.