Fransa’daki sarı yeleklilerin yaptığı şiddete varan eylemleri, polis de kendine özgü şiddet yöntemiyle bastırmaya çalıştı: Basınçlı su, biber gazı, plastik mermi sildi, süpürdü kalabalıkları; eylemciler yerlerde sürüklendi, tekmelendi, coplandı, saçlarından sürüklendi, yüzlercesi polis araçlarına dolduruldu. Biz bu görüntülere hiç de yabancı değiliz. Ancak polisin uyguladığı bu şiddet bizde sıradan (vaka-i adeyiden) sayılır, onlarda sıradışıdır: Yalnızca ülke değil, dünya kamuoyunu etkiler.
Polisin eylemcileri korumak için de önlem aldığı olur. Bunun bir örneğine 1974’te Münih’te tanık olmuştum: Çok geniş bir alanda eylemciler toplanmış, Allende’nin öldürülerek devrilmesini protesto etmeye başlıyordu. Bir anda kalabalık bir polis alayı, onlara doğru koşmuştu. Büyük bir çeviklikle kalabalığı çembere almış; arkalarını onlara, yüzlerini dışa dönerek silahlarını doğrultup beklemeye başlamıştı. Eylemcilerin, Almanca bilmediğim için hiçbir şey anlamadığım düzenli bağrışmaları bana dünyanın en dokunaklı ezgisi gibi gelmişti. Ağlamıştım. Aklım erdi ereli bizimkiler gençliği sevmedi; hiçbir eyleme, hiçbir gösteriye hoşgörüyle bakmadı. Gerek yöneticiler, gerekse toplum, her boyuttaki gösteriden korktu.
Kuşkusuz demokratik ülkelerde de eylemler çevreye ve insana zarar vermeye başlayınca aynı polis, şiddete varan karşı-eylemlere başvurabiliyor. Fransa’daki “Sarı Yelekliler” olayında görüldüğü gibi… Orada da kimi yöneticiler şiddete başvuran polisi, gösterdiği kahramanlık (!) nedeniyle “destan yazıyorsunuz” diyerek gaza getirdi. Ama önünde sonunda yanlışlarını açıkça kabul ettiler. Örneğin Fransa Başbakanı Édouard Philippe, bir Fransız gazetesine verdiği demeçte, “Halkı yeterince dinlemedik” diyerek yanlış yaptıklarını kabul etti.
Bizimkiler de hemen fırsatı yakaladı ve taşı gediğine koydu; benzer olaylar sırasında onların bize yaptığı eleştirilerin daha fazlasını onlara yöneltti: “Polisinizin bu yaptığı demokrasiye ve insan haklarına aykırıdır” falan diye alay etti. İçeriye dönük olarak da, “İşte Fransız polisinin neler yaptığını görüyorsunuz; siz nasıl benim polisimi insanlık dışı antidemokratik şiddet yapıyor diye suçlarsınız? Bizim kimseden demokrasi dersi almaya ihtiyacımız yok. Ecdadımızın bize armağanı olan en güzel demokrasiyi gelsin bizden öğrensinler” diyerek iç politikanın tadını çıkardılar.
Ama korku yönetiminin geçerli olduğu ülkelerde yaşanan “şiddete karşı şiddet” uygulaması, eylemcileri yatıştırmaktan çok, öldürümlere varan kanlı bir savaşa dönüşebilir. Buna “önlem” denirse, toplumun değil buyurganların güvenliği için alınmış önlemdir bu. Benzer çatışmalarda toplum, korkutularak ya da çıkarcı vaatlerle, siper olarak kullanılır.
Azgelişmiş ya da gelişmemiş ülkelerde sokak eylemleri genelde yayılmacıların kışkırtmasına dayandığı için, bir kesim ayaklandığında karşısına bir başka kesim çıkarılmıştır. Bunlardan birisi “düzene karşı (!)”, öteki “düzenden yana (!)” sayılmıştır. O nedenle iktidarlar düzenden yana görünenlere tam bir hoşgörüyle bakmıştır. Örneğin yetmişli yılların günde ortalama yirmi kişinin öldürüldüğü sokak çatışmalarında Başbakan Süleyman Demirel’in “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz” sözü tarihe geçmiştir. Oysa ileri Batı ülkelerinde eylemci kitleler genelde tek amaçlı ve bir bütün olarak savaşım verir. Ama ne olursa olsun, eylemlerin büyüklüğü oranında, dile getirilen istekler ciddiye alınır ve bir dizi olumlu kararlar verilir. Bizdeki baskıcı yönetimlerse, aynı tür eylemlerin arkasından, özgürlükleri daha da kısıtlayan anayasal ve yasal değişikliklere başvurmuştur. Örneğin yine Paris’te patlak veren 1968 olayları, Fransa’nın daha da demokratikleşmesine yol açarken, özellikle üniversiteler daha da özerkleşirken, bizde aynı tür olayların arkasından 12 Mart faşizmine gidilmiş, kör topal işleyen demokrasimiz büsbütün yok olma durumuna sürüklenmiştir. Nitekim sayın Cumhurbaşkanımız bu konuda en veciz biçimde noktayı koydu:
“Burası Paris değil”!