Düşünün şimdi. Rica ediyorum, yazının en başındasınız ve beyninizi harekete geçirin.

Öyle bir ülkede yaşıyorsunuz ki diyelim, savaş yok, iç savaş da yok. Yaşamınızı etkileyecek bir büyük kriz de yok. İşiniz ve ailenizle yaşıyorsunuz. O kentte doğmuşsunuz, babanız ve dedeniz de o kentte doğmuş. Eşiniz, eşinizin babası, annesi de o kentte doğmuş. Yani asırlardır o kentin yurttaşısınız. Cebinizde de o kentin bağlı olduğu ülkenin kimliği var. Vergi veriyor, kent cemiyet hayatında sözünüz geçiyor. Çalışanlarınızın nafakalarını da sağlıyorsunuz.

Ve bir gün geliyor… Hiç de sorumlusu olmadığınız bir olay yaşanıyor. Ve “birileri” sizi hedef gösteriyor. O ülkenin, o kentin eşit ve saygın yurttaşlarısınız ama, gece vakti kapınız, pencereniz taşlanıyor. “Pis Rum” diye bağırıyor bir yığın tanımadığınız insan. Ve o insanlar da sizin gibi bu ülkenin, bu kentin insanları.

Kapınız kırılıyor, eşinizi, çocuklarınızı koruma hissiyle onlara sarılıp bir köşede, korkuyla merdivenlerden gelen ayak seslerini, kırılan eşyalarınızın gürültüsünü duyuyorsunuz. Saklandığınız köşede buluyorlar sizi. Erkek olduğunuz için kolunuzdan çekerek ayırıyorlar. Israrla ve dinlemeden vuruyorlar kafanıza, kolunuza, ayağınıza. Bir an çocuklarınıza da vurduklarını görüyorsunuz. Eşinize de…

Evet ne hissettiniz?

Yaşandı bunlar İzmir’de, İstanbul’da. 1955’in 6 ve 7 Eylül’ünde yaşandı. Ben yine de bilerek “eksik” ve “hafif” yazdım. Yoksa daha iğrenç şeyler de oldu. Dini farklı, inancı farklı diye, insancıkların önünde kutsallarına yapmadığını bırakmadı o gözü dönmüş güruh!

Neydi mesele peki?

Meselenin ne oluşu, bu sonucu mu doğurmalıydı?

Bu sonucu bilerek mi tahrik etmişti mesela Ege Ekspres Gazetesi veya Demokrat İzmir Gazetesi?

Ya da Vali Kemal Hadımlı, o kara gecede gerçekten “Yassıada’da” söyledikleri gibi “Valilik” yaptı mı?

Mesele Kıbrıs’tı… Türkiye, Yunanistan ve İngiltere görüşmeler yapıyordu, Yunanlar daha sıkı bastırıyordu, Türkiye “nedendir bilinmez” geç kaldı, geri kaldı.

Falan filan…

Yunanlar “mitingler” düzenliyor diye, Türkiye de “miting” düzenledi.

Londra’da da düzenledi, İstanbul’da da.

İyi de “Kıbrıs Meselesi” ya da “Kıbrıs hassasiyeti” ile kendi öz yurttaşlarını yağmalamanın, yakmanın, öldürmenin, dövmenin, tecavüzün, tacizin ne alakası var?

Özellikle İzmir’de, 9 Eylül’e üç gün kala neyin “tekerrürüydü” bu canavarlık, gözü dönmüşlük?

Oysa bir yıl önce: “1954’te, Kıbrıs Rum hareketi İngiliz yönetiminden bağımsızlığı ve Yunanistan’la birliği (enosis) istemeye başladığında, Türkiye’nin tepkisi çok sert olmuştu. Başlangıçta Menderes, hükümetinin durumu yakından izlediğini ve müttefiki Yunanistan’la iyi ilişkileri sürdürmek istediğini belirterek yorum yapmaktan kaçınmıştı. Daha sonra hükümet, Atina’daki enosis gösterilerine bir tepki olarak Rum karşıtı bir gösteriye dönüşeceğini bildiği için, 9 Eylül 1954 İzmir’in Kurtuluş Günü kutlamalarını yasakladı. Menderes radyodan şunu ilan etti: ‘9 Eylül’ün kutsal anlamının herhangi bir siyasi kriz biçiminde istismar edilmesine imkan tanımanın milli vicdanımızı rahatsız edeceği fikrindeyim.’” (Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayın, 2007)

Ne diyorsunuz bu satırlara?

Tam bir yıl önce, ülke Başbakanı, İzmir için en vazgeçilmez gün olan 9 Eylül’ü bile iptal edebiliyor. Demek ki bir yıl önce de eşit yurttaşlara karşı bir tehdit söz konusuymuş diye düşünebiliriz. Ama ne hikmetse bir yıl sonra, olan ve risk “istismarı” geçti “tecavüz ve yağmaya” döndü. Ne yazıktır ki İzmir’de devlet sadece baktı, hatta alkışlandı, hatta takdir etti gözü dönmüşleri.

Aslına bakarsanız bu “gözü dönmüşlük” ne ilkti 1955’te ne de son olacaktı. Önceki yıllarda da sonraki yıllarda da siyaset kısırlaştığında devreye hep “karanlık güçler” girdi ve yurttaşı yurttaşa kırdırdı. Bir gün eğer becerebilirsem, yazacağım size bu “kışkırtma alışkanlığını”. Pek çoğunda daha sonra hep aynı savunmalar da yapılmıştı: “Böyle olacağını tahmin etmedik!”

6-7 Eylül 1955 olayları, 1960 darbesinden sonra “Yassıada Mahkemeleri” gündemindeydi. Tarafların savunmalarını okudum da oturdukları makamlardan utandım. Can korkusuyla mı yoksa “başka gerekçelerle mi” hepsi kendisini “en kahraman” gösterme derdindeymiş. Siz de okumak isterseniz:

https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/2661/197302821.pdf?sequence=1&isAllowed=y

adresinden rahatlıkla okuyabilirsiniz.

Mesele “Kıbrıs” iken birden Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu ev oluverdi.

“Birileri” Ata’nın Selanik’te doğduğu evin bahçesine “bomba” atmıştı. Bu haber jet hızıyla duyuldu Türkiye’de. Sanki “başka birileri de” böyle bir haber beklercesine “hazırlıklıydı”!

Haber, 6 Eylül 1955 günü Radyo’dan 13.00 bülteninde duyuruldu.

Bu arada hemen yazmam gerekir ki, Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba attığı iddiasıyla Selanik Üniversitesi öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıyabında mahkûm edilmiş, Yassıada’da yargılanmış 1992-1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği'ne de atanmış. Radyo haberinin hemen ardından, normal günlerde günlük 20 bin basan, Mithat Perin'in sahibi, Gökşin Sipahioğlu'nun yazı işleri müdürü olduğu, hükümet yanlısı DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle bu kez 300 bin sayıyla ikinci baskı yaptı. O dönemde kurulmuş “Kıbrıs Türk’tür Derneği” üyeleri de gazeteyi kısa sürede satıp dağıttı.

İzmir’deyse Gece Postası adlı gazete yine 6 Eylül 1955 manşetinde “Madem Yunanlılar Türk Konsolosluğu’nu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık Konak Meydanı’nda dalgalanmamalı” sözlerini bastı.

Varın şimdi olanları söz düşünün.

Konak Meydan’ında Fuar nedeniyle asılan Yunanistan Bayrağı indirildi. Dikkatinizi çekerim, o yıllarda da Valilik Konak Meydanı’nda. O güruh daha sonra Kordon’a, Alsancak’a, Fuar içine elini kolunu sallaya sallaya gitti ne bir polis ne bir asker müdahale etti. Vali Kemal Hadımlı daha sonra Yassıada’da sorgulanırken öyle şeyler söylemiş ki, normal bir zekâsı olan herkes şaşar cinsinden. İnanmayan açsın tutanakları okusun.

İnanılmaz bir organizasyonla İzmir’in her yerinden “getirilen” yüzlerce ve belki de binlerce “şahıs” saatler boyunca, onların deyimiyle “Rum gavurlarını” aramış, kendi yurttaşlarına zulmü reva görmüş, rastladığı her Yunan bayrağını yakmış, yırtmış ve ne acıdır ki gören polisler görmezden gelmiş, zira “müdahale emri” verilmemiş.

Onca yangın, onca yağma, onca korkunç saatlerden sonra nasıl olmuşsa olmuş, iş işten geçmiş ve İzmir 1922’den sonra yine aynı “ayrılığın” içine düşmüş. İstanbul’da da aynısı hatta daha fenaları yaşanmış.

İzmir’deki zarar büyüktür. “Toplam olarak İzmir’de 14 ev, 6 işyeri, bir pansiyon, bir kilise, Yunanistan fuar pavyonu, Yunanistan Konsolosluk binası, İngiliz Kültür Enstitüsü binası saldırıya uğramıştır. 7 kişi ağır, 50 kişi de hafif yaralanmıştır. İzmir’deki toplam hasar 475.500 TL tutarındadır. Yunanistan Konsolosluk binasındaki zarar 90.000 TL, Yunan pavyonundaki zarar ise 57.000 TL olarak bildirilmiştir. Kabul edilen zarar tutarları, Yunan Konsolosluğu için 52.000 TL, Yunan NATO subayları için 42.000 TL ve İzmir’de yaşayan diğer Yunanistan vatandaşları için 235.500 TL’dir.” (Dilek Güven, ‘Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları’ İletişim Yayınları, 2014)

Tabii o gözü kanlı güruh, “gavur Rumları” ararken, nasıl bir şeyse “Rumluğundan” şüphelendiği bazı Yahudi ve Müslümanlara da ciddi saldırmış, evlerine girmiş, hırsızlık ve yağma etmiş.

Burada hemen bir hak teslimi de yapmalıyım. Benim de öğrendiğim bazı anılar var ki, İzmir’de bu saldırıya karışanlar hem “dışarıdan” gelenler, hem “fuar için” gelenler hem de çeperlerden, bazı DP yöneticileri tarafından “davetle” indirilenlerdir. Saldırı başladıktan sonra pek çok Türk, pek çok müdahalede bulunmuş, Rum insanlarımızı, çocuklarını, kadınlarını korumaya çalışmış, dayak yemiş ama sonuca engel olamamış. Burada, İzmir’in Yapıcıoğlu semtinde oturan bir “belediye meclis üyesinin” yaptıklarını da anlatırdım ama, zaten utanç verici bu olayı daha da utanç vesilesi yapmak istemem.

O karanlık gecede “bizzat” yer alan bazı isimleri de yazmıyorum. Biat ettikleri karanlıklar, zaten onlara da hayır getirmedi. Anlık menfaat hissiyle hareket edenleri de “insan kategorisine” koymayı ben kabul edemem.

Ama güya “milli hislerle” davranan ve güya “resmi” bakanlar, bir ay sonra Ekim 1955’de, tahrip edilen Yunanistan İzmir Konsolosluğu önünde Yunan bayrağına selam durmuş ki, belki bu olay bile “çapsız siyasetin” ülkeye ödettiği bedeldir.

DP’nin İzmir Milletvekili ve Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu İzmir’e gelmiş. Yanında o karanlık gecenin “seyredenleri” olan Vali, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, Komutan, parti başkanı da varmış. Sonra gitmişler Yunanistan Konsolosluğu’na. Türk ve Yunan askerleri geçit töreni yaparlar, sonra Bakan Bey kendi elleriyle, bir ay önce yırtılarak yakılan bayrağı, saygıyla göndere çeker ve saldırılara karşı üzüntülerini dile getirir. Ve bir şey daha olur. 1922’den sonra ilk kez Kordon’da, NATO’da görevli 50’ye yakın Yunan askeri, milli bayrakları ile “rap rap” geçerler, herkes de “paşa paşa” selam durur!

Sonuca gelirsek; asırlarca “birlikte yaşamış” toplum parçaları nasıl birbirine kırdırılır? Aslında başlı başına “araştırma konusu” bu. Anadolu tarihinde en son Sivas’ta yaşananları görünce, ne değişirse değişsin “kışkırtma” asla bitmez dedirtiyor bana.

İzmir’de ve İstanbul’da 1955 olaylarından sonra pek çok Rum yurttaşımız, insanımız doğdukları toprakları terk ettiler.

Merak ediyorum… “Terk ettikleri” ev ve işyerlerine daha sonra “kimler” oturdu hatta “çöktü”?

Size saçma gelebilir bu soru. Ama İzmir için söylemeliyim ki, günün birinde “gerçekten” objektif tarihçilik yapılırsa, bazı mezarlardaki kemiklerin sızlaması mahşere dek bitmez.

Ne yazık ki 6 ve 7 Eylül 1955’te “filler tepişmiş çimenler ezilmiş” ve insanlık değerleri yerle yeksan olmuştur. Ama 1955 ilk de değildir, son da.

İşte size düşünmenizi önerdiğim bir konu: İki gün sonra ayın kaçı? 12 Eylül mü?

Ne hatırlıyorsunuz?

[email protected]