Spor sayfasındaki kalemdaşlar bağışlasın, alanlarına burun sokmak haddim değildir. Böbrek taşının gadrine uğrayıp helak olmuş basketçilikten, “uçan çuval” unvanlı ve kısa süreli kalecilikten ibaret bir aktif spor tarihine sahibim. Özetle bugün, her fırsatta kilometrelerce yürüyen ve sıkı Beşiktaşlılık yanında, sporun her dalını olabildiğince izlemeye çalışan birinden, hadiseye dair düşünceler okuyacaksınız.
Hadise malum. Avrupa Şampiyonası'nda, Hırvatistan eliyle abandone olup, İspanya tarafından nakavt edilince, matbuat ve ahalinin feveranları ayyuka yükseldi. Görünen odur ki, bu işin de suyunu layığımızca çıkaracağız.
Egemen, iktidar, muktedir, sistem… Adına ne derseniz deyin, bu işin tek kazançlısı odur. Şampiyon olsaydık, görgüsüzlüğün doruklarını fethedecek, yeni bir rant obezitesi yaşayacaktı. Çek maçından da bir şey çıkmayacağına göre, tepetaklak elenmiş bulunmaktayız. Beis yok, egemen yine keyiflerden keyif derlemektedir. Öyle ya, gündem değişmiştir. Yarattığı ve yaşattığı bin bir sıkıntı, yandaşların da katkısıyla gölgelenecek, her zamanki gibi ahali bu saçmalıkla uğraşırken, o soluk alacak, zaman kazanacak ve işini pek güzel yürütecektir. Hadisenin yılda trilyon kazanan kuklalarına, konu mankenlerine, sahadan çok ekranda konuşan tiplerine, iki top çevirmeyi beceremeden, üç sözcük iki fikir kırıntısıyla başımıza filozof kesilen imparatorlarına, prenslerine, efsane tekaütlerine falan değinmeyeceğim. Koskoca bir sisteme paravanlık yapıyorlar, daha ne istiyorsunuz? Sistem şendir, onlar semiz. Sahada ve hayatta, yedikleri içtikleri helal olsun! Ne diyelim?
Bu vaziyette bize düşen ya da bizden istenen, demokrasi fukaralığına, kültür ve sanat çölüne, yeni tecavüz ve istismar cinayetlerine, eğitimden dış politikaya katmer katmer yayılan zavallılığımıza aldırmadan, önümüzdeki maçlara bakmaktır. Tıpkı bütün duygusal, kırılgan, vizyonsuz misyonsuz, gaz vermeyi ve gaza gelmeyi bir iş sanan, kader-kısmet-şans kurnazlığından ve ağlaklığından medet uman, yeryüzünün bütün arabesk coğrafyaları gibi…
Oysa bunlar, yani her şeyiyle hayat bir küldür, toplamdır, neden ve sonuçtur. Vaziyetimizi irdelerken ve eleştirirken bu gerçeği unutamayız. İşin burasında insan, “Eleştirmenlik” deyince, Nurullah Ataç’tan sonra bu alanın ustalarından Fethi Naci’yi anımsamadan edemiyor. 12 Eylül cehennemi günlerinde bir söz söylemiş, ortalık birbirine girmişti. “Türk Romanında Ölçüt Sorunu, Eleştiri Günlüğü 1980-1986” adlı yapıtındadır o söz: “Evet, Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar. Umut verici çabalar bu gerçeği değiştiremiyor.” Bu saptamasından sonra, acı bir soruyla bizi kendimizle baş başa bırakır: “Bir romanın büyüklüğü nasıl anlaşılır? O romanı yeniden okuma isteğiyle. Sorarım: Hangi Türk romanını okuduktan sonra, bir daha okuma isteği duydunuz?” Bu belirleme ve sorulara, o günlerde olduğu gibi, bugün de itiraz sesleri yükselecektir. Hemen herkes ve çoğu kabul görecek gerekçelerle birkaç roman adı söyleyecektir. Lakin o günlerde olduğu gibi, bugün de, Fethi Naci’nin beyanındaki diyalektik yaklaşımı reddetmek ya da çürütmek mümkün olmayacaktır. Bunu deneyenlerin bugün adı bile geçmiyor. Hayatın her alanında olduğu gibi, son “Avrupa Şampiyonası Faciası”nı da irdelerken, bu gerçeği gözden kaçırmamak gerekmektedir. Egemenin istediğine inat, bizim itiraz gerekçemiz ve çıkış noktamız bu gerçeklik olmalıdır. Ne geçici galibiyetler, ne de anlık perişanlığa yol açan yenilgiler… Asıl maç hayatın içinde ve bu ülkenin geleceği için yapılandır.
Bu maçı çocuklarımız için alacağız, başka yolu yok! Orası tamam da, keşke slogan savurmakla iş bitse…