Annesini en son 2.5 yaşında görmüştü…

4 kardeştiler aslında, en büyüğüydü.

Sonra Balıkesir’e akrabaların yanına yollanmıştı…

Üstü başı bayramlık gibi giydiriliyor, anne babadan ayrı olsa da kral gibi büyüyordu.

7-8 yaşlarına geldiğinde babası geldi, aldı oğlunu…

Nefis, mükemmel mutluydu… Hele annesi artık burnunda tütüyordu.

20 saat süren otobüs yolculuğundan sonra İstanbul sokaklarına geri döndüler.

Annesine sarılıp koklayacağı günü, saat saat beklemişti.

Babası belli ki hazırlık yapmış, evin önünde  eşyaları yüklemiş bir kamyonet bekliyordu.

Bir de 56 model açık mavi, sol çamurluğun üzerinde taksimetre taşıyan bir Plymouth vardı.

Cam altı, siyah sarı damalı taksinin kapısını açtı babası, bindirdi…

Şaşkındı… “Baba “ dedi…” Annem nerde?”

“Annen yok” dedi babası…”Hiç mi olmayacak?” dedi.

Sessiz kaldı baba, taksici gazladı, arkasında eşya dolu kamyonet.

Son bir kez döndü baktı gece kondu mahallesinde doğduğu eve….

Bu kez bir başka  kenar mahallede tek katlı bir gece kondu kapısının önüne gidildi.

Kapı açıldı, bir teyze karşıladı. Kardeşleri de oradaydı… Paldır küldür taşındı eşyalar.

“Baba kim bu teyze “dedi… Baba yarım ağızla seslendi; “Cici annen. Bundan sonra böyle diyeceksin.”

Hiç bilmediği mahallede koşarak uzaklaştı. Hiç öyle ağlamamıştı. İçi dışına çıktı…

Ceviz ağacının altına oturdu, ağladı ağladı ağladı…

Hayat böyle… Alıştı sonra… Önlük yaka, okul, “Cici anne” demeye bile alıştı zamanla.

Üvey anne ne demek o zaman öğrendi. İyi kadındı aslında… Ama cici anne işte…

Sonra kulağına nereden geldiği bilinmeyen bir dedikodu çalındı.

“Annen başka adamla kaçtı…” 

Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu… Ama boğaz düğüm düğüm oldu. Çok ağladı.

….

Yıllar yıllar sonra  lise çağında hızlı ve yakışlı bir delikanlı olmuştu.

Anneler Günü, hiçbir şey ifade etmedi  O’nun için…

Annesine sarılan çocuk fotoğrafı, yavrusunu seven anne profili hiçbir anlam taşımadı…

Aynı anda 2-3 hatta 5 kız arkadaş ediniyor, hepsine ayrı tiyatro yapıyordu.

Hepsini birden idare ediyor, ama yüreğinin parçalandığının farkına varamıyordu…

“Çok kadın, yok kadın” ne demek, anlayamıyor, 

Yüreğindeki eksikliği Nuri Alço misali hayat tarzıyla kapatma çalıştığının farkına dahi varmıyordu.

Hatta, kimi kız arkadaşlarına zaman zaman şiddet uyguluyor, bunu da ballandıra ballandıra anlatıyordu… Buna kız kardeşleri de dahildi…

Artık 25 yaşına gelmiş, hayatına alkolde karışmıştı. 

İçindeki boşluğu bir türlü tamamlayamayışının, eksikliğini farkına varmadan, intikam alırcasına içiyor, intikam alırcasına ilişkilere giriyordu.

Bizim oğlanı seven ve tanıyan mahalledeki bir ağabeyi çekti kenara…

“Bir evde kadın eteği hışırtısı olacak evlat” dedi ve ekledi, "Yarın seni bir yere götüreceğim.”

Aldı, götürdü. Büyük tren garında, parka çekilmiş, mavi tren vagonlarının içine girdiler.

Oğlan şaşkındı. Sonra başı tülbentle bağlı, mavi önlüklü, koltukları temizleyen üç beş kadının arasından birinin yanına gittiler…

“Al getirdim oğlunu” dedi adam… Kadın da dondu, delikanlı da…

Anne ve oğul kaskatı kesildi. Kadın elindeki süpürgeyi düşürdü önce, sonra gözleri boşaldı…

Oğlan katatoni geçiriyordu adeta, taş oldu. Sadece ağlıyordu…

18 yıl sonra… Tam 18 yıl sonra…

 “Neden? Nasıl olur da 18 yıl aramazsın sormazsın…”dedi oğlan. Gözünde yaş kalmamış ve bağırıyordu…

Bir şey diyemedi kadın… Yığılıp kaldı, orada…

Mahalleli abi, çekti kenara oğlanı… "Gel bakalım” dedi ve anlattı:

“Annen cezaevindeydi evlat… Cinayet… Baban bir başka kadına aşık olup uzaklaşmıştı.

Evinize haftada 1 gün ya geliyor ya gelmiyordu. Dayının yolladığı paralarla geçindi anan.

Kardeşlerini büyütmek için gündeliğe gidiyordu. Demirci Mustafa sıkıştırdı bir gün anneni.

Yalnızlığını, kimsesizliğini öğrenmiş, faydalanmaya  kalkmıştı. 5 bıçak darbesiyle öldürdü O’nu…

15 yıl yedi. Son 3’ü sayma utancından bulamadı sizi.”

….

Hikaye çok uzun çok… 

Sonunu söyleyeyim…

Bir daha hiç bırakmadı annesini…

Film Eskişehir’in bir köyünde bitti. Anne orada öldü. Bizim oğlan giydirdi kefenini.

Mezara girdi, eliyle yatırdı… Eliyle koydu 50 haneli köyün mezarlığına…

….

Telefonum çaldı, bizim oğlan aradı beni… ”Hadi abi rakıya gidelim” dedi.

“Oğlum” dedim. “İki erkeğin oturduğu rakı masası rakı masası olmuyor.

Kızım bile olsa her yere bir çiçek lazım.  Öte türlü, ya askerlik anıları, ya para muhabbeti sıkılıyorum” dedim.

O da bana, “Gel sen gel” dedi.

Bu hikaye 6 saat sürdü ki ağlamaktan ben bir hal oldum…

Bizim oğlan uzun yıllardır evlatlarının başında, babalık yapıyor, sonradan öğrendi…

Cici cici kızları var…

Benim kulağımda ise abinin lafı kaldı…

“Her evde bir etek hışırtısı olacak…”

“Her evde bir etek hışırtısı…” 

Eğiten, koruyan, gözeten, öğreten, adam eden, terbiye eden, sevgiyi öğreten, paylaşmayı öğreten….

Kader nereye götürürse götürsün, içinde, her yerde arayacağın bir etek hışırtısı…

Bütün annelerin, anne adaylarının, güzel kadınların, küçüklü büyüklü fark etmez,

Ellerinizden, ayaklarınızdan saygıyla öperim.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nüz kutlu olsun…

Bir gün yetmez ömrüm sizin olsun…

Yapayalnız

“Göztepe’de bulunan tiyatromu satıyorum” diyor ilan…

Adına şehir değişikliği koymuş sanatçı kardeşimiz.

“İçinde 100 kostüm, örümcek sistemi dekor, 6 tane tiyatro ışığı”

Kirası bin TL…

Durumu anlatıyor değil mi iyice…

Yüzyılın salgını ve yalnız kalmış insanlar…

Sanatçı deyince, işsiz kalan müzisyenler değil sadece…

Ne umutlarla açılmıştır kim bilir o küçücük tiyatro sahnesi…

Yeni tiyatrocular eğitmek, çocuklara oyunlar oynamak…

Bir hayatı tiyatro sanatına adamak için yola çıkılmış….

Gel gelelim, yalnız yapayalnız kalan bir sanatçı…

Ve veda saatinde…

En az bir müzisyen intiharı kadar etkileyici ve üzücü…

Ve anladık ki yapayalnız…

Yapayalnız…

Bravo Başkan

Cemiyetimizin nadide bir taş misali, nazik, naif güzel başkanı Misket Dikmen…

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İzmir Kültürpark’ta düzenlediği, “Kadın Çalıştayı”nın konuğu oldu…

Bu nefis organizasyonda hemcinsleri ile buluşan Misket başkan, gazeteciliğini, çarpıcı örnekler ve akıcı konuşmasıyla konuşturdu.

Harika bir konuşmaydı, herkese ulaşmasını isterdim doğrusu…

Beni tanıyan tanır…

Hayatta yapacağım en son şey, abartılı ve altı boş övgülerdir.

O yüzden tebrik ederim. Gurur duydum…

Hem Misket başkanı, hem Büyükşehir Belediyesi yetkililerini…

Astronotun adı

Ben burada o kadar saçımı süpürge ettim…

O kadar Aydemir Akbaş hikayeleri yazdım…

Cırt…

Beni dinlemediler…

Bence uzaya gidecek ilk Türk’ün ismi “Astronot Fehmi” olmalıydı.

(Bakınız yazarın diğer yazıları : Astronot Fehmi)

Milyonlar heyecanla astronotun adını bekliyordu.

Türkiye Uzay Ajansı Başkanı açıkladı; astronot yerine “Fezagir” denecekmiş…

Yani astronot değil “Fezagir…”

Hadi hayırlı Fezagirler…

DELİ ZİYA 

"En az kaç Leb toplanınca Lebalep oluyor?”